30 Ekim 2015 Cuma

Tenisin Serena't Kraliçesi

Kadın tenisinde 2000'li yıllardan önceki aşağı yukarı son 20 yıla denk gelen 1980 ve sonrasında sadece 2 tenisçiyi konuştu tüm dünya. Martina Navratilova ve Steffi Graf. Martina daha yaşlı olan taraftı ama oldukça başarılıydı ve kariyerine 18 Grand Slam şampiyonluğu sığdırdı. Onun kariyerinin son yıllarında ise Alman efsanesi Steffi Graf çıktı ve 22 Grand Slam ile o zaman için erişilmesi güç bir rekora imza attı. 2000'li yıllarda bu iki büyük ismin ardından kimler yerlerini devralacak, bayrağı kim taşıyacak sorusu yeni yeni soruluyorken bir Amerikalı çıktı sahneye ve o günden beri tenis sadece onun tekelinde 15 yıldır süregelmekte.



Kimden bahsettiğimi tabii ki hemen anladınız. Serena Williams. 34 yaşında olmasına rağmen hala 20 yaşındakilere taş çıkartacak kadar dev bir performansın sahibi. İlk Grand Slam şampiyonluğuna 1999 yılında ablası Venüs'e karşı Wimbledon'da kazanan Serena, 25 Grand Slam finalinden 21'ini kazanabilecek muazzam bir istatistiğe sahip. Boyuna göre (1,75 cm) fazla olan kilolarına rağmen (70 kg.) bunu sorun etmeyip, bu açığını tenisi domine etmesini sağlayacağı zengin argümanlarla kapatan yetenekli tenisçi sayısız rekorlar, başarılar, şampiyonluklar yaşadı. Ama bunlardan daha da önemlisi belki de dünya sıralamasında kendisine rakip olacak tüm üst düzey tenisçiler karşısındaki ezici üstünlüğü...

2015 YILI PERFORMANSI

2015 Serena Williams için muazzam başladı. Avustralya Açık, Roland Garros derken sıra tarihin en prestijli turnuvası olan Wimbledon'a gelmişti. Şüphesiz Serena için belki de kariyerinin en hak edilmiş, en görkemli ve en anlamlı şampiyonluğunu Londra'da alacaktı. Dördüncü turda kariyerinde kendisini en çok zorlayan ablası Venüs Williams'ı geçtikten sonra çeyrek finalde Victoria Azarenka'yı 2-1 ile eledi ve yarı finalde Maria Sharapova ile eşleşti. Rus tenisçiyi birçok kez yendiği gibi set vermeden geçti ve finalde son yılların yükselen değeri Garbine Muguruza ile karşılaştı. Şampiyon olmayı kafasına koyan Serena, iki set sonunda İspanyol raketi saf dışı bıraktı ve üst düzey dört tenisçiyi birden üstüste yenerek açık dönemde en yaşlı Grand Slam şampiyonluğunu kazanan kadın tenisçi olarak tarihe adını altın harflerle yazdırdı.

21 Grand Slam şampiyonluğu ile birçoklarına göre tarihin en iyisi olduğu kanaatine varılan Steffi Graf'ın 22 şampiyonluğunu egale etme zamanı gelmişti. Amerika Açık onun için büyük bir şanstı ve çok formdaydı. İlk üç turda kayda değer rakiplerle oynamayan Serena, dördüncü turda Madison Keys'i 6-3'lük setlerle geçince çeyrek finalde ablası ile eşleşti ve bir set vermesine rağmen final setini iyi oynayarak yarı finale kaldı. Şampiyonluk maçına sadece bir engel kalmıştı ve rakip Roberta Vinci idi. Rakibi karşısında ilk seti rahatlıkla almasına rağmen daha sonraki setlerde birer kez servisini kırdıran Williams, 6-4 ile ikinci ve üçüncü setleri kaybedince 'kariyer slam' yapma şansını da tepmiş oldu.  2015'teki ilk 3 Grand Slam'i kazanması, rakiplerine kortları dar etmesi, bir canavar edasıyla durdurulması çok zor bir makinaya dönüşerek geldiği Amerika'da sezonu 'Serena Slam' (4 Grand Slam'i tek bir sezonda kazanma) ile bitirme hayaline erişemeyen Serena, turnuva sonrası sezonun kalan 3 ayında (Ekim, Kasım, Aralık) içinde Çin Açık ve WTA Finalleri gibi üst düzey organizasyonlara katılmama kararı aldı ve zaten açık ara yer aldığı birincilik koltuğunda dinlenerek 2016'da kortlara döneceğini belirtti.



SERENA WİLLİAMS - MARİA SHARAPOVA REKABETİ (!)

Rakiplerinin kalan dönemde Serena'nın olmadığı turnuvalarda rahat olacakları kesin. Öyle ki, tenisin yaşayan efsanesi 34'lük Serena'nın sıralamadaki rakiplerinden üstün olmadığı tek bir tenisçi dahi yok. Ezici ve bir o kadar acımasız serilerinden en muzdarip tenisçi ise güzelliğini, herkesin beğendiği fiziği ile birleştiren ve Serena ile en çok karşılaşan üç tenisçiden biri olan Rus tenisçi Maria Sharapova. Uzun süre Serena'nın ardında dünya iki numarası olarak kalan ve toplamda 5 Grand Slam şampiyonluğu bulunan Sharapova, Serena Williams ile çıktığı 20 mücadelede sadece 2 galibiyet elde edebildi. İşin Maria için daha da kötü olan tarafı ise bu iki galibiyeti 2004 yılında yani 17 yaşındayden alması. Rekabetin özeti; Serena Williams tam 17 maçtır Masha'yı yeniyor ve toplamda 18-2 gibi eşi görülmemiş bir üstünlüğü var. Sharapova'nın, kaybettiği 18 maçta rakibinden sadece 3 kez set kazanabilmesi dahi onun ne denli çaresiz kaldığının özeti gibi. Tenis tarihinde sıralamada bu kadar birbirlerine yakın olan tenisçilerin birbirleriyle karşılaştıkları maçlarda bu denli bir üstünlüğü hiç olmadı desek yeridir. Diğer yandan Sharapova'nın bugün sadece 5 Grand Slam şampiyonluğu varsa ve bu sayının daha fazla olmamasının tek sebebi yine Serena'dır. Williams ayrıca Grand Slam finallerinde Masha'ya karşı 4-1'lik üstünlük sağladı.

Serena - Sharapova rekabeti (!) sonrası Amerikalı tenisçinin hazır 2015 yılını şimdiden bitirmesi münasebetiyle diğer üst düzey tenisçiler ile olan rekabetlerini de incelediğimizde karşımıza şöyle bir tablo çıkıyor :




Tablo sonrası sanırım hepinizin ağzı açık kaldı. Serena'yı rakipleri karşısında bu kadar başarılı yapan ilk husus, üstün fizik gücü. Rakiplerine nazaran mental gücünü ve dayanıklılığını yeteneği ile birleştirip, onlara "Ne yapsam da yenemeyeceğim" mesajını vermeye zorluyor. Sonrası zaten çorap söküğü gibi geliyor ve rakibinin düşen gardı sonrası bitirici forehand ve voleleri ile maçı kopartıyor. Belki fizik gücü ile kazanan tenisçi olması ile bazı kesimlere göre itici gelebiliyor ama sonuç odaklı yaklaşımda çoğunlukla kazanan hep o oluyor.

İnanılmaz servis atıyor ve ilerlemiş yaşına rağmen oyundan kolay kolay kopmuyor. Maçlardaki konsantrasyonunu kendi deyimiyle içinden şarkı söyleyerek sağlıyor. Maç içerisinde kendi kendine bir nevi serenat yapan Williams, şarkı söylemeyi kestiği zaman maç içerisinde kırılma anları yaşadığını belirtiyor. Hep daha iyisi için çalışıyor, kondisyonunu korumak için ekstra olarak boks, bisiklet gibi alternatif sporlarla uğraşıyor. İşini profesyonelce yapıyor, herkes gibi kaybetmeyi hiç sevmiyor ve bir nevi erkek tenisinin gelmiş geçmiş en iyisi Roger Federer gibi üst düzey performansına devam ediyor. Tarihin en çok Grand Slam kazanan bayan tenisçisi olmaması için ise hiçbir sebep yok.

Şimdilerde tenisi ara vermesiyle beraber özellikle sosyal medyada ve İnstagram üzerinden birçok paylaşım yapıyor. Ne diyelim; dinlenecek, güç toplayacak ve 2016'da yine durdurulamayacak, kortlarda serena't yapmaya devam edecek...



28 Ekim 2015 Çarşamba

Portekiz işi...


Ülkemize son yıllarda Jorge Mendes'in sayesinde oldukça fazla Portekizli futbolcu geldi. Çoğundan da istediğimiz verimi bir türlü alamadık desek yalan olmaz. Hatta ödenen paralar ile takımlarına verdikleri faydaları karşılaştırdığınızda en az % 65-70 oranında kulüplerimizin bu konuda zararlı çıktığını söyleyebiliriz.


Fernando Meira                             
Simao Sabrosa
Manuel Fernandes
Ricardo Quaresma
Ariza Makukula
Hugo Almeida
Raul Meireles
Jose Bosingwa
Bruno Alves
Nani

Hepsi de zamanında, hatta azınlığı da olsa hala Portekiz Milli Takımında oynayan oldukça değerli yıldız futbolcular ve hepsinin de genel kariyerleri ortalamanın çok üstünde. Peki ülkemiz futboluna çok fazla değer katamayan bu 10 Portekizli'nin aynı anda Milli takımlarında ilk 11'de oynadığını düşünebiliyor musunuz? Küçük bir araştırma ile yukarıda ismi geçen Portekizlilerin aynı anda ilk 11'de oynadıkları maçların çoğunluğunun 2007 ila 2010 yılları arasında olduğunu görebiliyoruz.

Bu süre zarfında beraber oynadıkları 6 maçı sizlerle paylaşmak istiyorum. Ülkemizde Beşiktaş, Fenerbahçe ve Galatasaray formalarını giyen, hatta Beşiktaş'ta aynı anda oynayanların sayıca fazla olması sebebiyle kendilerine 'çete' yakıştırması yapılan ve çoğunluğuna hep bir ağızdan "iyi ama yetersiz" yaftası vurulan bu futbolcular bir arada oynadıkları Portekiz A Milli takımında da oldukça başarısız sonuçlar almaları sanırım futbolun doğasına son derece uygun görünüyor. Özellikle gelen oyuncuların hücum ağırlıklı olmaları ve buna bağlı olarak fazla koşmamalarıyla beraber gol yollarında inanılmaz sıkıntılar yaşadıkları da gün gibi görünen bir gerçek. Yukarıdaki 10 Portekizlinin bir arada sayıca en fazla ilk 18'de oldukları maç Finlandiya karşılaşması. Bu maçta Almeida hariç hepsi kadroda görünüyor. İşte o maçlar :







15 Ekim 2015 Perşembe

Kaostan hep mucize mi çıkar?

Biliyorum haftasonu ulusal ligler başladığında yine A Milli Takım unutulacak. Günü ve anı yaşayan bir millet olarak bu zaferden sarhoş olmuş bir şekilde her milli takım lafı açıldığında olumlu cümleler kuracak ve "biz istersek her takımı yenebiliriz, biz mucizelerin takımıyız" masallarını uyduracağız. İlhan Mansız'ın, Nihat Kahveci'nin, Semih Şentürk'ün ve son olarak Selçuk İnan'ın gollerini defalarca izleyip o anı tekrar yaşayacağız, hem de bangır bangır. Altın golleri nostalji kıvamında izleyip aslolan sorunları masada bırakıp, zamanla çöp kutusuna atacağız. Kimse de çıkıp bu kaçıncı kez bir turnuvaya rahatça gidemiyoruz diye sormayacak mı? Ya da soranlar anında birileri tarafından susturulacak mı?



Bundan önce son katıldığımız 2008 Avrupa Futbol Şampiyonası öncesi grup eleme maçlarında son iki maçta grup ikinciliği için çekiştiğimiz Norveç'i hem de deplasmanda yenip, son maçta yine mutlak kazanmamız gereken Bosna Hersek karşısından da 3 puanla ayrılarak bir kez daha son anda bileti almıştık. Şampiyonada Çek Cumhuriyeti ve Hırvatistan karşısındaki geri dönüşlerimizden sonra oynadığımız yarı final başarısı ve ardından gelen 2010 Dünya Kupası, 2012 Avrupa Şampiyonası ve son olarak 2014 Dünya Kupası olmak üzere 3 kez üstüste büyük organizasyonlarda yer alamadık. Son 8 büyük turnuvadan sadece 3 tanesine katılabilmek sizce de başarısızlık değil midir? Şimdi ise neredeyse imkansıza yakın bir denklem içerisinde futbolda belki de 40 yılda bir olacak mucizeyle 2016 Avrupa Futbol Şampiyonası'na direkt katılacağız. Katılırken de şu ilginç cümleyi kurmadan edemeyeceğiz :


"İyi ki Letonya'yı yenmemişiz..."


Düşünsenize küçük denizlerde boğulmayı en çok Fatih Terim zamanında öğrendiğimiz ve adeta üzerimize bir bela gibi çöken Letonya'yı yanlışlıkla grupta bir kez yenseydik şu an Fransa 2016'da olma şansımız için ekstradan iki maçlık play-off oynamak zorunda kalacak ve belki de hayallerimiz son bulacaktı. Bunun garantisi yok elbette ama biz Milli Takım olarak kolay olanı zorlaştırmayı çok seviyoruz. Puzzle yaparken sanki kartların ön tarafını açmadan arka taraflarıyla tahmin ederek puzzle'ı tamamlamaya çalışıyoruz.


Grup üçüncülüğü konusunda yarıştığımız tek rakip olan Hollanda'yı Konya'da 3-0'la geçip bu avantaj tamamen bize geçtiğinde öyle şanslıydık ki, kalan iki maçımızda grubun ilk 2 sırasını garantileyen ve tamamen prestij maçlarına çıkacak olan Çek Cum. ve İzlanda ile oynayacaktık. İki maçta alınacak dört puan grup üçüncülüğü için yetecek ve play-off oynama hakkına sahip olacaktık ama iki maçımızı da kazanırsak en iyi üçüncü kontenjanından Fransa 2016'ya direkt olarak katılabilme şansına da sahiptik. İddiasız Çekler karşısında ilk kaleyi bulan şutumuzu 60'da çekmemizden maçı beraberliğe kitlemek istediğimizi net bir şekilde anlamıştık ama şans anında bir penaltı ve sonrasında Arda'nın neden Barcelona'ya transfer olduğunun cevabını veren 'Messi asisti' ile 2-0 kazanıp Portakalları tam anlamıyla ateşe atmıştık. 

Son İzlanda maçı öncesi biz kazanırsak, son deplasman galibiyetini 6 sene önce hem de Andorra karşısında alan, grupta 9 maçta galibiyeti dahi bulunmayan Kazakistan, bizim iki maçta da yenemediğimiz Letonya'yı deplasmanda yenmesi, diğer gruplarda şampiyonayı garantileyen İspanya'nın, Ukrayna deplasmanında yenilmemesi, Portekiz'in sahasında Danimarka'ya kaybetmemesi, Slovakya'nın Lüksemburg'u yenmesi, Polonya'nın İrlanda karşısında kazanması ve Slovenya'nın da sahasında Litvanya karşısında puan kaybetmesi gerekiyordu. İnanılmaz ama gerçek, mucizenin ta kendisi. İhtimaller bir bir gerçekleşirken özellikle İspanya'nın grup birinciliğini garantilediği bir ortamda, hem de yedek oyuncularına şans verdiği Ukrayna deplasmanında sanki bizim oyuncumuz gibi, belki de kariyerinin en iyi milli maçını oynayan De Gea'nın performansına ayrı bir parantez açmak lazım. Maç boyunca tam 10 önemli kurtarış yapan İspanyol kalecinin bundan sonra 1 numaralı eldiveni kimselere kaptırmayacağı da net bir şekilde belli oluyor. De Gea'nın efsane kurtarışlarını aşağıdaki videodan izleyebilirsiniz.



7 ihtimalden 5'i gerçekleşmiş, hazır Hollanda'da sahasında Çekler'e yeniliyorken kulağımız sadece Letonya - Kazakistan maçındaydı. Bizim İzlanda maçı oldukça sıkıntılı ve golsüz devam ederken 64'te Letonya'dan bir gol haberi geldi. Bu bizi uyandıracak ve kaos futbolunun bir kahraman yaratmasını zorlayacak beklenen goldü ve İslambek Kuat Kazakistan'ı 1-0 öne geçiren o şık golü attı. Maça elinde 3 santrfor olmasına rağmen 4-6-0 taktiği ile "beraberliği cebime koyayım da play-off'tan da olmayayım" zihniyeti ile başlayan Fatih Terim o dakikadan sonra iki golcü sürdü sahaya. Gökhan Töre'nin anlamsız atılmasına rağmen 89'daki frikiği büyük bir soğukkanlılıkla tam da köşeye büyük bir ustalıkla vuran ve golü atan Selçuk İnan sayesinde Fransa 2016 için gerekli vizeyi aldık, hem de aktarma yapmadan direkt bir şekilde. Bir uluslararası büyük turnuvaya daha son nefeste katılacaktık. 2008'den bu yana bir üst düzey organizasyona katılamamış bir milli takımın, hele hele ilk 3 maç sonucunda aldığı bir puan sonrasında yaptığı çıkışla Euro 2016'ya play-off yapmadan direkt katılması Fatih Terim ve ekibinin başarısıdır.  Bu başarıda emeği geçen en büyük destekçilerimizden De Gea ve İslambek Kuat kesinlikle unutulmamalı. En azından biz kesinlikle unutmayacağız.


Kaos futbolunu gerçekten çok seviyoruz. Son maç gelmeden bir turnuvaya katılmayı garantileyemiyoruz. Kağıt üstündeki zayıf takımlara karşı oynadığımız maçlarda yediğimiz tırnaklarla Guinnes Rekorlar Kitabı'na giremiyorsak hep o altın dokunuşların sayesinde oluyor. Yukarıda da belirttiğimiz gibi öfke ve kaos futboluna bağlı olarak sistemsizliğin getirdiği negatif futbol anlayışımız; başarılı bir takım oyunu ile üstesinden gelmekle değil, o işi yapmak zorunda bırakılan bir kahramanla son buluyor maalesef. Başkalarının yardımı olmadan kendi ipini kendi çekebilen, hesap kitap yapmadan önündeki maça çıkabilen, rakipleri tarafından bir sistem takımı olarak bilinip çekinilen, sahada kaybetse de ne oynadığı bilinen, tam anlamıyla bir turnuva takımı olabilen, topyekün takımı ve teknik kadrosuyla eleştirilere açık olan bir milli takıma ihtiyacımız var.


İş ciddiye binmeden kış uykusundan uyanamayan, küçük denizlerde boğulmadan işin vehametini çözemeyen bir anlayışla yönetilmekten, hatalarından ders almadan sürekli egoları ile teknik adamlılık noktasındaki ince çizgiyi bir türlü ayıramayan teknik adamı ile bu Milli Takım emin olun Fransa'da da iz bırakacak performanslara imza atacak. Umarım bu izler, bizi yine kaos futbolundan, çapa- çupa'lardan mucize ürettirmek zorunda bırakmaz ve bizi en üst noktalara kadar götürür...




13 Ekim 2015 Salı

Türkiye Yıldızlarını Arıyor

Türkiye'de futbolun gelişememesi, Avrupa klasmanında kulüplerin başarı düzeyinin vasatın dahi altında kalması, A Milli Takım seviyesinde çekirge misali bir kere sıçradıktan sonra tökezleyerek bir dahaki sıçrama için uzun yıllar beklenilmesi... Tüm bu sonuçların temelinde yatan en büyük sorunlardan biri hiç şüphesiz neredeyse herkesin tek bir ağızdan söyleyeceği gibi; ALTYAPI...

Nedir bu altyapı? Ne zaman sıkışsak, başarısız olup bir turnuvayı kaçırsak ve mazeretler üretmeye kalksak hep önümüze bir bumerang gibi gelir : "Türkiye'de altyapı sorunu var..." Bu teşhisi hemen hemen herkes koyar ama bir süre sonra bakmışsınız ki, kalabalık dağılmış ve herkes yine bildiğini okumaya devam etmiş, altyapı sorunu yine tozlu raflara terk edilmiş.



Yetkili kişilerin bir türlü sorumluluk almak istemediği, cesaretle üzerine gidemediği sorun olan altyapı sorunsalı, bugün Türk futbolunun kanayan yarası durumunda. Avrupa'ya son yıllarda sadece Arda Turan, Salih Uçan ve Enes Ünal'ı lejyonerler adı altında gönderdiğimizi düşündüğümüzde bugün, altyapı eksikliğini (kaosunu) varın sizler düşünün. Başkanından yöneticisine, teknik direktöründen yetkili birimlerine kadar herkes bu sorunun sorumluları arasında. Avrupalı birçok kulübün altyapıya hakkıyla önem vermesi ile beraber çıkardığı genç yetenekler bugün birçok üst düzey futbol kulübünde oynuyor ve iyi paralar kazanıyor. Özellikle Belçika futbolunun genç jenerasyonlara yaptığı yatırımlar sonucunda Hazard, Courtois, Lukaku, De Bruyne, Kompany, Witsel, Vertonghen, Fellaini gibi altın jenerasyonla gelen A Milli Takım başarılarıyla bugün Belçika; İspanya, Almanya, Arjantin, İngiltere, İtalya, Brezilya, Portekiz, Hollanda gibi takımları geçerek dünyanın yeni 1 numarası oldu. Bu bir tesadüf mü? Tabii ki hayır. Altyapıya verilen önemin, sistemli çalışmanın sabırla birleştirildiği emeğin, futbol endüstrisine verdiği meyvelerdir.

Ya bizde? Yabancı futbolcuların çöplüğüyüz adeta. O yüzden ne Milli takımımıza futbolcu yetiştirebiliyoruz ne de bir futbolcumuzu dünya çapında tanıtabiliyoruz. Hatta 14 yabancı kuralından sonra nasıl yerli bir futbolcuyu sıfırdan yetiştirip A Milli Takıma kadar çıkartacağız? Sadece yurtdışında yetişen lejyonerlerimizi mi Milli takıma alacağız? Kendi içimizde keşfedilmeyi bekleyen saklı değerlerimizi nasıl ve ne zaman ortaya çıkaracağız? Özellikle Arda Turan gibi dünyanın en iyi takımı olarak adlandırabileceğimiz Barcelona'ya kadar uzanan kariyerindeki başarılarının bir örneğini ya da ona yaklaşanı bulabilecek miyiz? Sorular zor ama gerçekleştirilebilme ihtimali o kadar da imkansız değil.



Altyapı denilince akla gelen Hollanda, Belçika gibi ülkelerin liglerinin kalitesi, bizim ligimizden kaliteli olmamasına rağmen kulüp başarılarının bizleri geçmesinin başlıca sebebi de yine altyapı konusunu tamamen profesyonel bir zihniyetle çözmüş olmalarından kaynaklanıyor. Kaldı ki altyapı konusunda bize rol model olan Belçika ve Hollanda'nın nüfuslarının sadece İstanbul kadar olması + futbolla yatıp futbolla kalkan bir ülke olmamızın getirdiği zenginlikleri de fark edememek ve bunu değerlendirememek ne üzücü bir durum.

Bugün tüm bu sorunları zamanında gören, önemseyen, adeta mesleği haline getiren, hatta bu alanda kendisiyle onur mücadelesine girişen, yıllarca Ajax'ın altyapı koordinatörlüğünde eğitim görmüş, ülkemizde birçok ilde altyapılarla ilgili araştırmalar yapmış olan Sn. Nesim Argun'un kuruculuğunu üstlendiği ve proje müdürlüğünü de Sn. Nurhan Özücüer'in yürüttüğü muazzam bir proje var. Türkiye'de ve zamanla tüm Dünya'da ses getiren 'Türkiye Yıldızlarını Arıyor' projesi ile yıllarca belimizi büken, "Avrupa'lının neden sizden bir futbolcu yetişmiyor ki?" sorusuna göğsümüzü gere gere verebilecek bir cevabımızın olmasını sağlayacak oluşumu harekete geçirecek, Türkiye'nin futbol anlamında geleceğine ışık tutacak ve kulüplere uzun vadede sağlıklı yatırımlar yaptıracak bu projeye her futbolseverin, her sporseverin aynı hassasiyetle destek vermesi şart.

Bugün özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi'ndeki illerde yapılacak araştırmalarla futbolu çok seven, maddi durumu elverişli olmayan, bir futbol kulübüne giremeyen yetenekli gençleri bulup (bu sene 14-16 yaş grubu, önümüzdeki sene 12-14), onları yetiştirmek, doğru bilgi ve donanımlarla hem okul derslerinde başarılı olmalarını sağlamak hem de geleceğin genç yetenekleri kategorisine dahil etmek için geceli gündüzlü çalışan oldukça kaliteli bir ekip var. Gözlemcisinden sağlık ekibine, psikolog, pedagog yardımından mental ve yön gösterici birçok materyali alanında uzman insanların gayretleri sonucunda gençlerin topluma faydalı birey haline gelmelerine yardımcı oluyorlar.

Tek hedefleri var; o da insanlara "Türkiye'de futbolda altyapı sorunu yoktur" dedirtebilmek. Bu hedef doğrultusunda projenin finalinde Spor Toto Süper Lig ve PTT 1.Lig kulüplerine toplamda 30 futbolcu kazandırabilmek. Hatta yakın zamanda birkaç tanesinin ismini Türkiye genelinde sıklıkla duyacaksınız, buna şimdiden hazır olun. Futbol kulüplerinden de aynı desteği bekleyen Nesim Argun ve ekibi, "futbolu araç olarak doğru noktada kullandığınızda ve aynı düşünceleri paylaşan ortak bir akılla hareket ettiğinizde halledemeyeceğiniz bir sorun yok" felsefesiyle konuya yaklaşıyor.

Belki çok zor bir hedef gibi görünüyor ama en azından 1,2,3 derken birkaç genç yeteneğin keşfedilip kulüplere dahil edilmesi ve ardından Avrupa'ya gönderilmesi, onların oralarda ses getirmesi Türk Futbolu'nun ilerlemesine vesile olacaktır. Aynı zamanda arkalarından gelecek gençlere de örnek teşkil edecektir. Bu anlayışta Türkiye Yıldızlarını Arıyor projesi, tam da ülke futbolunun ihtiyaç duyduğu ve "birileri artık elini taşın altına koysa" temennisinin icraata dönüşmüş halidir.

'Türkiye Yıldızlarını Arıyor' projesi ile ilgili olarak geniş bilgiyi aşağıdaki adresten kolayca alabilirsiniz :

http://www.n90sport.com/



8 Ekim 2015 Perşembe

Once upon a time / Bir zamanlar...

"Nerede o eski bayramlar" der ya büyüklerimiz hani. Hatta belirli bir yaşa gelince bizler de küçüklerimize bu sözleri söyleriz. Babadan oğula, kuşaktan kuşağa, nesilden nesile böyle devam eder bu bayram muhabbetleri... Futbolu yaşayan, takip eden, sürekli gündeminde olan bizler de zamanla "Nerede o eski futbolcular" diyoruz, yaşlarımız bir futbolcunun futbolu bırakma yaşına geldiğinde. Herşeyin ilki, bozulmamış hali en değerlidir ya, şimdiki popüler jenerasyonun en az 10-15 yaş büyüklerinin oldukları futbol zamanları da o devri yaşamış kişiler için (ben bu kategoriye giriyorum) ayrı bir önem arz etmekte. Aynı şekilde bizden büyükler de kendi izledikleri çağlardaki futbolcuların en unutulmaz ve özel olduklarını iddia ederler.

Özellikle teknolojinin, dijital futbolun hayatımıza girmediği ya da yeterince yer etmediği zamanların en özel insanları onlar. İdollerimiz, unutamadıklarımız, dün gibi maçlarını hatırladığımız, efsane kelimesinin içini sonuna kadar dolduran muazzam futbolcular. 

Yazımızın başlığında da dediğimiz gibi "Once upon a time" yani "Bir zamanlar" deyip geçmişte bir tur için herkes koltuklarına otursun ve her fotoğraf karesini gerekirse büyüterek tekrar tekrar baksın...






















2 Ekim 2015 Cuma

Mourinho neden Barcelona'yı sevmez?

Mourinho neden Barcelona'yı sevmez?

Bu sorunun cevabını aslında çok düşündüm ama tam olarak içime sinen bir yanıt bulamadım. Yıllarca Sir Bobby Robson ve Van Gaal gibi iki efsane teknik adamın ardında Porto ve Barcelona'da yardımcılık yapan bir teknik adamın her Barcelona'ya rakip olduğunda polemiklere girmesinin, tabiri caizse Katalanları çekememesinin sebebini bilen varsa bana da anlatsın.

Chelsea, İnter ve Real Madrid'in başındayken defalarca Barcelona ile eşleşen / karşılaşan Mourinho, sürekli tansiyonu yüksek maçlar oynadı. Chelsea'yi ilk çalıştırmaya başladığı 2004-2005 sezonu daha ilk maçında Sir Alex Ferguson'un Manchester'ını yenebilme başarısı gösteren Jose, bu galibiyetle Ferguson'a artık bu ligde yalnız değilsin mesajını inceden veriyordu. Yine ilk yılında Şampiyonlar Ligi ikinci turunda eşleştiği Ronaldinho, Eto'o'lu Barcelona'yı elemiş ve o sezon yarı finale kadar çıkmıştı. O zamanlar Barca'nın başında Rijkaard vardı. Bir sezon sonra tarih tekerrür etti ve yine ikinci turda Hollandalı teknik adamla karşı karşıya geldi. Messi'nin ilk defa Barca formasını tam olarak giydiği dönemde bu defa turu atlayan Katalanlar olmuştu. Mourinho'nun Barcelona'dan, Barcelona'nın da ondan vazgeçeceği yoktu ve Chelsea ile olan üçüncü sezonunda yine Barcelona ile eşleşti. Bu defa gruplarda birbirlerine rakip oldular ve İngiltere'de kazanırlarken, İspanya'dan beraberliği kopardılar. Mourinho, Rijkaard'a sayısal olarak üstünlüğünü ortaya koymuştu. Ne var ki yarı finalde o zamanki belalıları Liverpool'a elenmişlerdi ve açıkçası biraz da hevesi kaçmıştı Mourinho'nun. Herşey iyi giderken sonunu bir türlü getiremiyordu. Bir dahaki sezonun altıncı haftasında Blackburn beraberliğinin ardından istifa etti ve sezon sonuna kadar dinlendi.

Chelsea - Barcelona 06.05.2009 efsane maç
               
Erken istifa sonrası Mourinho'nun yardımcısı olan Avram Grant göreve geldi ve takımı kimselerin beklemediği bir şekilde sadece iki puan farkla lig ikincisi yaptı, Şampiyonlar Ligi'nde Moskova'da Manchester Unıted karşısında final oynattı ama penaltılarla kaybetti. Gerçeği söylemek gerekirse Chelsea - Barcelona rekabetinin herkeste en derin iz bırakan maçları, Avram Grant'ın muazzam başarılı geçen sezonuna rağmen gönderilip yerine Luiz Felipe Scolari'nin geldiği, onun da başarısız bulunarak Şubat sonunda apar topar gönderilip Guus Hiddink'in göreve getirildiği 2008-2009 sezonunda Barcelona ile eşleştikleri Şampiyonlar Ligi yarı final mücadeleleridir. Sezona Rijkaard'ın yerine Pep Guardiola ile başlayan Barcelona karşısında Nou Camp'ta alınan 0-0'lık skorun avantajı ile Stamford Bridge'de oynanacak maçın tansiyonunu varın siz tahmin edin. Şampiyonlar Ligi tarihinin en önemli ve dramatik maçlarından biri oynandı o gece. Öyle ki Chelsea'ye 1-0'lık galibiyet final için yetecek ve Hiddink, sadece 3 ay sürecek olan Chelsea macerasında çok önemli bir başarıya imza atacaktı. Daha 10.dakikada Essien'in ayağından muhteşem ötesi bir vuruşla golü bulduklarında Guus Hiddink sevinmişti. bir de üzerine 66'da Abidal oyundan atılınca değmeyin Chelsea'nin keyfine. Ama Barca bu, eğer ikinciyi atamazsan maçın sonlarını sıkıntı ile oynarsın. Nitekim 90+'da ilk golü atan Essien'in ölümcül hatası ve sonrasında Messi'nin asistinde İniesta, mevkiisinin belki de en az gol atan futbolcusu olmasına rağmen kariyerinin en anlamlı golünü atınca Stamford Bridge tam bir ölüm sessizliğine büründü. Zafer, ilk sezonunda Şampiyonlar Ligi'ni de kazanacak olan Guardiola ve öğrencilerinindi. Pep'in golden sonraki atletizmcileri kıskandıran koşusu da görülmeye değerdi. Bu golü o dakikada kim yese üzüntüden kahrolur. Birkaç gün antrenmana çıkası gelmez, kendini odaya bile kitleyebilirsin. Bir dakika farkla kaçan final treni ve sonunda Guardiola'nın Barcelona'sına elenmek kimsenin asla tahammül edemeyeceği bir gerçektir.

Louis Van Gaal, Ronaldo Koeman, Frans Hoek and Jose Mourinho

Neredeyse bir sezon takım çalıştırmayan Mourinho, 2008-2009 sezonunda, Çizme'nin yolunu tutar. Hiddink'in Barcelona'ya dramatik bir şekilde elendiği sezon, o daha ikinci turda Sir Alex Ferguson'a elenir ve sadece Serie A'daki lig ve kupa şampiyonluklarıyla avunur. İnter'deki ikinci sezonunda ise Chelsea'li yıllarında sıklıkla karşılaştığı Barcelona ile bir kez daha rakip olurlar. Grup maçlarında aynı gruba düşen İnter ve Barcelona, ilk maçta golsüz beraberlikle ayrılırlar İtalya'dan. Rövanşta gülen ise Pep olur ve 2-0 kazanır. Yine de ikisi birden gruptan çıkarlar ama kaderin cilvesi yarı finalde yolları yine kesişir. İlk maç yine San Siro'da. Sneijder, Maicon ve Diego Milito ile Katalanlara ummadıkları bir mağlubiyet yaşatır Mou. 3-1'lik alınan görkemli zafer, yine de birçok futbolsever ve yorumcularda "İnter avantajlı ama Messi, İniesta, Xavi, İbrahimovic'li Barcelona en az 2 fark atar ve turu zor da olsa geçer" anlayışı hakimdi. Mourinho bunun bilincinde Camp Nou'ya otobüsü park eder ve Barca'nın akın akın gelen ataklarına bu şekilde set çeker. Henüz 28'de şimdilerin PSG'lisi Thiago Motta atılınca Mourinho telaşa düşer. İkinci yarıda tüm silahlarını kenara alarak Sneijder ve Milito'nun yerine Muntari ve Cordoba'yı sahaya sürer. Otobüs artık tamamen Julio Cesar'ın tam önündedir. 84'e kadar gol yemeden dayansalar da Pique kilidi açar, 1-0. Uzatmalarla beraber kalan 10 dakika Mourinho için belki de 1 saat, 1 gün gibi gelir ama otobüs taktiği başarılı olur ve Portekizli bu defa Pep'den intikamını alır. Zaten sonrası malum, finalde eski hocası Van Gaal'in Bayern Münih'ini 2-0 yenerek Porto'dan sonra ikinci kez Şampiyonlar Ligi Şampiyonluğu başarısına ulaşır.

14.05.1997 Kupa Galipleri Kupası - Sir Bobby Robson & Ronaldo

Mourinho'yu bu başarı ve Barca'yı eleme zevki tam olarak tatmin etmemiş olmalı ki, İtalya'daki misyonunu tamamlar ve kendi isteğiyle İnter'den ayrılır. Hem farklı 3 takımla Şampiyonlar Ligi'ni kazanabilme hem de yine Barcelona ile didişme isteği için İspanya'ya Real Madrid'in başına geçer. Galacticos şüphesiz bu hedefleri için en uygun yer olmalıydı. Gelir gelmez kulübün efsaneleri Raul ve Guti'nin yanı sıra Van der Vaart'ı gönderen Mou, Mesut Özil, Khedira ve Di Maria gibi flaş transferler yaptı. 3 sezon kaldığı Madrid serüveninde sadece bir kez Barca'nın üzerinde şampiyon olurken, Guardiola'nın Barcelona'sı ile 11 maçta sadece iki kez kazandı, 5 kez ise kaybeden taraf oldu. Ayrıca üç sezonda aldığı toplamda 3 kupa ile Barca'nın oldukça gerisinde kaldı. Mourinho en büyük hedefi olan Şampiyonlar Ligi'ni kazanamadıktan sonra tekrar ilk göz ağrısı Chelsea ile nikah tazeledi. Bu arada Guardiola da dünyada tüm kupalara ambargo koyduğu Barcelona macerasından sonra yeni heyecanlar arama ümidiyle bir diğer 'dev' Bayern Münih'in yolunu tuttu ve ne ilginç tesadüftür ki, Guardiola'nın Bayern ile ilk çıkacağı resmi maç UEFA Süper Kupası maçında Mourinho'nun yeni Chelsea'si olacaktı. Normal süresi 1-1, uzatmaları 2-2 biten çekişmeli maçta penaltılarla gülen taraf Guardiola oldu ve Mourinho bir kez daha ezeli rakibine kaybetti. Ezeli rakip demişken Pep ile Jose'nin teknik adam olarak karşı karşıya geldikleri maçlarda Guardiola'nın 7-3'lük göz alıcı bir üstünlüğü var. 6 maçta ise eşitlik bozulmamış.


İnsan Mourinho'nun teknik adamlığa ilk başladığı dönemlerde, yani açıkçası mesleğine stajyer olarak girdiği Barcelona dönemlerindeki fotoğraflara bakınca neden Barcelona düşmanı olduğuna anlam veremiyor. Kendisini ispatlamak mı? 2000'li yılların en başarılı takımı Barcelona olduğu için mi? Porto ve Chelsea'deki başarıları ile tüm dünyanın takdirini kazanmışken, 2008 yazında Barcelona'da geçmişteki hocaları Bobby Robson ve Van Gaal gibi Rijkaard'dan boşalan koltuğa oturmak istediği halde bazı yöneticilerin buna karşı çıkmasından mı? Kendisinin yerine gelen Guardiola'nın bütün kupaları alıp tüm dünya tarafından en iyi teknik direktör olarak lanse edilmesinden mi? Yoksa şahsına münhasır özel bir takıntı mı?

Siz neler düşünüyorsunuz peki?
































SON 1 AYDA EN ÇOK OKUNANLAR