30 Ekim 2012 Salı

2-0'ın Laneti...

Geçen hafta Avrupa’da bilhassa 2-0’ın laneti yaşandı. Nasıl mı? Maçın herhangi bir zamanında 2-0 gibi çok avantajlı skora sahip takımlar, konsantre kaybı mıdır, geç gelen adalet midir yoksa başka bir sebepten midir bilmem skor avantajlarını koruyamayarak ya maçı zar zor berabere bitirdiler yada kaybettiler. Bu örnekler çok olunca bende bazılarını derledim. İşte tablo :

2-0’ın lanetinin şüphesiz en üst sırasında Roma olmalı. Çünkü daha geçen hafta gittikleri Genoa deplasmanında dakikalar 15’i gösterdiğinde skor tabelasındaki 2-0’lık Genoa üstünlüğü başta Romalı taraftarlar olmak üzere teknik adam Zeman için de tam anlamıyla bir kabustu ve kalan zamanda bırakın kazanmayı tüm hesaplar bu dakikadan sonra beraberlik için yapılmaya başlanmıştı. Kısa süreli şoktan sıyrılan Totti ve arkadaşları çok geçmeden önce soyunma odasına 2-2 ile girdiler daha sonra da maçı 4-2’lik fantastik skorla tamamlayıp Avrupa’da “haftanın takımı” olmuşlardı. Bu hafta ise sahalarında ağırladıkları Udınese karşısında da net favoriydiler. Zeman’ın 4-3-3’lük taktiği ile bu sezon fazlasıyla gollü maçlar oynuyorlardı. Son haftaların formda ismi Arjantinli genç forvet Lamela ile daha yarım saat dolmadan 2-0’ı yakalayan Başkent temsilcisi devreyi 2-1’le kapattı. İşte herşey bundan sonra oldu. İtalya Ligi’nin yıllanmış şarabı Di Natale ile önce beraberliği yakalayan Udınese, 88’de aynı oyuncudan bir de penaltı ile skor yakalayınca Roma bir hafta önce 2-0’dan döndürdüğü maçın tam tersi şekilde 2-0’dan maçı 3-2 kaybetti. Atalarımız demiş; “Gülme komşuna, gelir başına”

Merseyside derbisi… Dünya derbi literatüründe üst sıralarda kendine yer bulmuş önemli bir düello. Son yıllarda rakibine üstünlük kuran Gerrard’lı Liverpool ile ‘bonus’ Fellaini’li Everton… Merseyside derbilerinde her zaman maçtan önce ev sahipleri bir adım önde tahminleri yapılır. Fakat daha 20.dakikada tribünleri susturan Kırmızılılar, Nuri Şahin’in de ilk 11 başladığı maçta 2-0’ı yakalamıştı bile. İşte o dakikadan sonra Everton’lı oyuncular bir anlık silkelenme sonrası devre bitmeden 2-2’lik skoru yakaladı. Ne olup bittiğini anlayamayan Liverpool ise kalan dakikalarda skoru korumak istercesine futbol oynayınca büyük bir avantajı teperek maçı 2-2’lik beraberlikle noktaladı…
Bundesliga’da geçen sezonun flaş takımı M.Gladbach’tı. Sezon başında yıldız isimleri Reus’u satan fakat karşılığında Twente’den De Jong’u alan Favre’nin öğrencileri maalesef sezona iyi başlayamamış, ilk defa katıldığı Şampiyonlar Ligi’nde de tam bir hayal kırıklığı yaşatmıştı. Temsilcimiz Fenerbahçe’nin Almanya’daki 4-2’lik şaşalı galibiyeti de hala akıllarda iken, her zaman sahasında rakiplerini fazlasıyla zorlayan Hannover deplasmanında işleri gerçekten çok zordu. De Jong’un sakatlığı da maç öncesi baş ağrıtıyordu. İlk yarı gol yoktu, ikinci yarı da iki takım da belli ki riskler alacaktı. İlk riski alan ev sahibi Hannover, daha 53.dakikada skoru 2-0’a getirecek rakibini iyiden iyiye strese sokacaktı. 69’da Favre 2 forvet birden sahaya sürünce hemen ilk meyve geldi ve 70’de fark 1’e indi. 77 ve 79’da 2 gol daha bulan M.Gladbach 9 dakikada maçı çevirerek belki de Bundesliga’nın ve Avrupa’nın bu sezon ki efsane maçlarından birini 3-2 ile kazanarak tarihe geçiyordu

Evet futbol böyle bir şey işte. Boşuna dememişler, “Futbol 90 dakikadır” diye. Bir anlık hata, konsantre kaybı, rakibi küçümsemek yada futbol şanssızlığı direkt olarak skor tabelasını etkiliyor…

twitter.com/serdarsozkesen

17 Ekim 2012 Çarşamba

Sonu Baştan Belli Acı Bir Hikaye...

Milli takım yönetmek, sanattır... Her futbolcuya eşit mesafede durmak, beceridir... Maç içinde oyunu okumak, tecrübedir... Rakibi başarılı bir şekilde etüt etmek, hünerdir... Egolarından arınıp, sağ duyulu seçim yapmak ise hepsinden zordur... 

Biz, Avrupa'nın en güçlü ülkelerinden (!) Estonya karşısında sidik zoruyla maç kazanalım, sonra da federasyon kişi başı 30.000 USD ikramiye dağıtsın, futbolcuların gururları okşansın ve şımarsın... Hollanda gibi bir dev karşısında kora kor bir futbol ve kaçırılan % 100 en az 5 pozisyon... Sonrasında Estonya karşısında rakibin kırmızı kart sonrası zorla gelen galibiyet. Romanya maçını ise yazmaya gerek yok, üretkenlik 0, pozisyon 0, baskı 0, herşey kocaman bir sıfırdı... En basitinden yapılan 39 ortanın sadece 2 tanesinin isabetli olması bile gerekli sonucu bizlere gösteriyordu... 
Yani tüm alametler, Macaristan maçı öncesi bize maçın şifrelerini veriyordu. Yine üretkenlikten uzak olacaktık, saman alevi gibi parlayan akınlarımız olacaktı. Yine ileride çoğalamayacak, bir - iki kişinin gününde olursa özel yeteneklerine muhtaç kalacaktık. Takım futbolunu kompak şekilde asla oynayamayacaktık. Gereksiz top kayıpları yapacak, aslında en büyük rakibimizin kendimiz olacağını asla göremeyecektik. Heyecandan zerre hisse almamış oyuncularla, ruhsuz, maç bitse de eve gitsek havasında zaman geçirmeye çalışacak, bize güvenenleri asla akıllarımıza getirmeyecektik...

Biz zaten Brezilya takıntısı olan bir milletiz. Brezilyalılara da ülkesini de pek alışamadık. Alex gibi bir efsaneyi 8 senenin ardından 8 dakika bile olmadan kapı dışına ittiriverdik. 1958 Dünya Kupası'na sırf mali konulardan dolayı hak ettiğimiz halde gitmedik, gidemedik... Varsın yine gidemeyelim Brezilya'ya, ne fark eder ki? Ne kadar koyar ki bize? Biz zaten her acının tiryakisi olmuşuz, bunu da unuturuz...
Son kullanma tarihi geçen futbolcularla yola çıkmak, yüzlerine bakıldığında net bir şekilde öz güveni kaybolmuş oyunculara tahammül etmek... Başarısız olacağım korkuları ve çaresizlik. Hep aynı senaryo, sonu baştan belli acı bir hikaye... ve eleme fobisi, play off fobisi... Kalibre olarak en az 2 kat aşağımızdaki takımlara verilen gereksiz imtiyaz, fazlasıyla gösterilen misafirperverlik... Şapkadan tavşan çıkartmak için teknik direktörlerin anlamsız iç çekişmeleri... Kadroya seçilen oyuncuların asla bilinmeyen seçilme yöntemleri. "Formda ve sürekli oynayan kadroya seçilir" mantalitesinin asla bir gösterge olmaması, bir laftan ibaret olması...

Evet son tren de kaçtı, umutlar ikibin bilmem kaç Dünya Kupası'na... Olsun, biz yine hiç bir Avrupa takımı ile eşleşmeden Dünya üçüncüsü olduğumuz 2002 Dünya Kupası'nın ve 2008 Avrupa Şampiyonası yarı finalinin olduğu kasetleri izleyelim de biraz kendimize gelelim. Bir Dünya Kupası'nı daha evlerimizden ahlarla vahlarla seyredelim...

twitter.com/serdarsozkesen

5 Ekim 2012 Cuma

"Hiçbirimiz Bir Messi Olamayız!"

Ryan Babel, geçen hafta FİFA'nın resmi sitesine verdiği röportajda "Bir futbolcunun en verimli çağı 25-29 yaş aralığıdır. Böyle bakınca bence henüz tam olarak kendimi kanıtlayamadım. Potansiyelimi gösteremedim. Hiçbirimiz bir Messi olamayız; istesek bile!" diyerek hala kendisinden umutlu olduğunu dile getirdi... Babel, futbolcu fabrikası Ajax'ın son yıllarda Avrupa futboluna sunduğu önemli isimlerdendi. Henüz 21 yaşındayken kendisini Ada'da bulan (11,5 milyon paund) ele avuca sığmaz yetenekli ve bir o kadar da sorumsuz futbolcu. Benitez'li Liverpool'da bir türlü dikiş tutturamayan yıldız isim, oynadığı oyun tarzı ile zaman zaman forvette, çoğu zaman ise kanatlarda görev aldı, saha içinde değil de genelde saha dışındaki davranışlarıyla daha çok gündemde kaldı.

Dönem dönem ülkemizden özellikle G.Saray'ın gündemine aldığı Hollandalı, kendisini Ada futbolundan uzaklaştıracak ve yeni heyecanlara yelken açmasını sağlayacak o hamleyi çok ilginçtir ki bir sosyal paylaşım sitesi üzerinden yaptı. 9 Ocak 2011'de takımının M.Unıted ile oynadığı Federasyon Kupası maçından sonra twitter hesabından maçın hakemi Howard Webb'in MANU formasıyla çekilmiş (fotomontaj) resmini paylaşınca önce federasyon yetkilileri tarafından hakkında soruşturma başlatıldı ve ceza aldı, daha sonra da Liverpool kulübü yıldız oyuncuyu 25 Ocak'ta Hoffenheim'a (7 milyon euro) sattı...


Burada da uslu durmayan Babel, takımının 7-1 kaybettiği Bayern Münih maçı sonrası, "Oyunumu geliştirmek için bir iki şey yapmam gerektiğini düşünüyorum. Gerçi sıradan bir takımda potansiyelinize tam olarak erişmeniz çok zor" diyerek aynı zamanda takımında mutsuz olduğunu açıkça ortaya koydu. Evet Babel kesinlikle yetenekleri ve potansiyeli doğrultusunda Hoffenheim oyuncusu değildi, o daha büyük bir takımda kendisini tekrar ispatlamanın derdindeydi. Fakat istikrarsızlığı ve sorumsuzluğu her zaman yeteneklerinden önce anılıyordu. Hoffenheim'da geçirdiği 1,5 sezonda da ortaya hiçbir şey koyamayan Babel, bu sezon başında henüz 26 yaşındayken kendisini futbola başladığı Ajax'ta tekrar buldu. 



Tekrar dönelim, yazımızın başındaki Ryan Babel'in, kendi potansiyelini yeteri kadar gösteremediğinden yakınarak bir yerde kendisine yön haritası da çizmiş olduğu söyleme. Peki bu potansiyel için Ajax, doğru bir yer miydi? Yada Hollanda? Tabiki hayır. Eğer kendisinden beklenilen patlamayı gerçekleştirebilecek bir kafa yapısına ulaşır ve buna uygun bir takım seçerse, örneğin A.Madrid - Schalke - Lyon - Marsilya ve hatta tekrar Liverpool gibi takımlarda pekala kendisini kanıtlama şansını daha çok bulabilir. Daha da derine gidersek şu an Ajax'ta oynayacağına Türkiye'de 3 büyüklerde dahi oynasa hedeflerine daha yakın ulaşabilme imkanı şimdikinden daha fazla olabilirdi.

Benim asıl dikkatimi çeken önemli ayrıntı ise"Bir futbolcunun en verimli çağı 25-29 yaş aralığıdır." cümlesi oldu. Şahsi düşüncem burada kesinlikle haklı. Messi ve Ronaldo gibi fenomenleri bir kenara koyarsak eğer, oynadıkları zamanlarda dünyanın en iyi futbolcuları olarak gösterilen oyuncuların çoğunluğunun bu yaş aralığında patlama yaptıkları ve kariyerlerine çok önemli katkı yapan kupaları kazandıklarını görebiliyoruz. Ya da bu yaş aralığında büyük takımlara büyük paralarla transfer olduklarını net bir şekilde gözlemleyebiliyoruz. 

Misal; Zidane, 2001 yılında Juventus'tan Real Madrid'e rekor transfer bedeliyle hem de 29 yaşında geldi. Hem de ilk sezonunda Ş.Ligi şampiyonluğu yaşadı, en verimli olduğu 26-31 yaşları arasında 3 kez dünyanın en iyi futbolcusu seçildi Fransız efsanesi... Nistelrooy, 25 yaşında PSV'den M.Unıted gibi dev bir takıma geldi. 5 sezonda takımı adına toplam 139 gol kaydetti ve oynadığı dönemde dünyanın en iyi golcülerinden biri olarak anıldı. 30 yaşında Galacticos'a transfer olan Ruud, MANU ve Madrid ile gol krallığı ünvanlarına da ulaştı... Forlan, 22 yaşında M.Unıted'a transfer oldu ama yeteri kadar forma şansı bulamadı. Kariyerinin en büyük sıçramasını yapacağı takım olan Villarreal'e geldiğinde yaşı 25 idi. Sarı denizaltılarda muhteşem 3 sezon geçirdi, 28 yaşında A.Madrid'in yolunu tuttu. Orada da harika işler yaptı. 2 takımla da İspanya'da gol krallığı yaşadı...


Ronaldinho, 23 yaşında PSG'den Barcelona'ya geldi. İlk lig şampiyonluğunu ve Ş.Ligi şampiyonluklarını 25 yaşında gördü, Barcelona'nın 21.yüzyıla damga vurduğu total futbolun öncülerinden biri olarak tarihe geçti. Barcelona formasıyla 2 sezon üstüste dünyanın en iyisi seçildi... Eto'o, 23 yaşında tanıştığı Barcelona formasıyla inanılmaz işler yaptı, sayısız gol attı, 3 lig 2 Ş.Ligi şampiyonluğu yaşadı. 28 yaşında İtalyan devi İnter'e transfer oldu, sezonu 3 kupayla kapatıp efsane bir sezon geçirdi... Kaka, 22 yaşında geldiği Milan'da 25 yaşında kaldırdıkları Ş.Ligi şampiyonluğundan sonra aynı sene dünyanın en iyi fubolcusu ödülüne layık oldu... Örnekler bitmez, uzar gider. Kanaatimce Ryan Babel, kariyeri boyunca aslında en önemli artısını bu açıklamasında göstermiş. Şu anda da 26 yaşında olduğuna göre elini çabuk tutup, çok çalışıp kendisinden beklenilen patlamayı yapması ve hatta bu yolda Robben, van der Vaart, Sneijder, Kuyt gibi abilerini örnek alıp rüştünü tekrar ispatlaması gerekiyor. Yoksa o da yeterince parlayamadan sönen yıldızlar gibi tarihte sadece adıyla anılacak. Aquilani gibi, Ernesto Sosa gibi, Drenthe gibi, Capel gibi, Baptista gibi, Saviola gibi, hatta Reyes gibi...


İşte Ryan Babel'in 4 sezon kaldığı Liverpool kariyerinden muhteşem görüntüler...




twitter.com/serdarsozkesen

SON 1 AYDA EN ÇOK OKUNANLAR