Arsene Wenger’in artık alışkanlık haline getirdiği
Şampiyonlar Ligi son 16 kabusu ve 13 yıldır özlemi duyulan Premier Lig şampiyonlukları
dolayısıyla miadını doldurduğu ve istenmeyen adam olduğunu biliyoruz. Hatta
son Bayern Münih hezimetinden sonra, bu sezon sonu istifasının gündeme geldiği
ve hem artan yaşı, hem de eski heyecanın kalmaması sebebiyle Arsenal’i
bırakmasının kendisi ve taraftarları için en doğru karar olduğu ne zamandır
dillendiriliyordu. Geçen hafta Arsenal yönetiminin, bu durumun aksine Wenger
ile sözleşme uzatmak istemesi ise tüm bu olanların sadece ‘detay’dan ibaret
olduğunu ortaya çıkardı. Yine de son dakikalarda ne olur bilinmez, kulübün efsane ismi Henry'nin de adı fazlaca geçmekte...
90'YILLARA DAMGA VURAN LİG : SERİE A
Şimdi Arsene Wenger'e tekrar geçmeden biraz eskilere gidelim. 90’lı yıllarda Serie A,
Avrupa’nın en elit futbol ligiydi ve çok önemli yıldızlar orada forma giyiyordu. Özellikle 80'lerin sonu ile 90'ların ilk döneminde; Maradona, Van Basten, Gullit, Zola, Mattheus, Klinsmann, Rijkaard, Baggio, Vialli, Schillaci, Casiraghi, Baresi'li Serie A, açık ara dünyanın en iyisiydi. O dönemde İngilizlerin ligi açıkçası kimseler için fazla bir anlam ifade etmiyordu. 92 yılından 97 yılına olan 6 yıllık süreçte Şampiyonlar Ligi'nin finallerinde sürekli İtalyan kulüpleri vardı. Keza eski adıyla UEFA Kupası'nda da yine İtalyanların ambargosu vardı (89- 99 yılları arasında 8 kez İtalyanlar şampiyon oldu). İngilizlerin 94 Dünya Kupası'na katılamadığı turnuvada İtalyanlar, finalde dramatik bir şekilde penaltılarla Brezilya'ya kaybetmişti. Tarihsel döngüde de zaten İtalyanların 4, İngilizlerin ise üzerinden tam 51 sene geçmiş, sadece 1 Dünya Kupası şampiyonluğu var. İşin daha da ilginç tarafı; Milli Takımlar rekabetinde İngilizler kendilerine Almanya'yı en büyük rakipleri olarak görmüşlerdir. İtalyanlar ise daha çok Fransızları baş rakibi olarak bellemiştir.
O dönemde Premier Lig’in şimdiki kalitesinden eser yok ve İngilizler, aradaki farkın
kapanması adına çoğunlukla Çizme’den transfer yapıyorlardı. Ya İtalya’da son
kullanma tarihi geçmiş kanısına varılan futbolcuları yada en sorunlu yıldızları
yüksek maaşlar teklif ederek akıllarını çeliyorlar ve bir şekilde güneşin daha
az doğduğu (Nainggolan’a selam olsun) Ada topraklarına getiriyorlardı. Bu
anlamda başka çareleri yoktu. Futbol üst akılları, altyapıları yoktu ve çareyi
Serie A’yı taklit etmekte görüyorlardı. Bu döngüde Ravanelli, Di Canio, Casiraghi, Di Matteo, Gullit, Carbone, Vialli, Zola, Berti, Lombardo gibi
İtalya Ligi'nde sürekli kupalar kaldırmış futbolcuların İngiltere’ye gidip oranın futbol kalitesini ve öğretilerini
tamamen değiştirdiklerini de ekleyelim. Bir diğer efsane Roberto Baggio ise, Sir Alex Ferguson tarafından astronomik bedellerle çok istenmesine rağmen ikna edilememişti. Sözkonusu bu futbolcuların gittikleri kulüplerin gerek artan yayın gelirleri, gerek de futbol endüstrisinin gelişmesine paralel şekilde Ada'yı seçmeleri çok normal olsa da, gittikleri takımların orta ve küçük ölçekli olması fazlasıyla ilginç görünmekteydi. Zira bu transferlerin başrol oyuncularının bazıları gittikleri takımda küme bile düştüler. İngilizlerin, hala İtalyanlar'ın futbol akıllarından etkilenmelerine günümüzde örnek vermek gerekirse; İngiltere Milli Takımı'nı 2007 ila 2012 yıllarında çalıştıran Fabio Capello, 2012'de Chelsea'yi Şampiyonlar Ligi şampiyonu yapan Di Matteo ile daha geçen sezon bir daha eşine rastlanamayacak başarıda Leicester City'i Premier Lig şampiyonu yapan Claudio Ranieri ile nokta atışı yapabiliriz. Ranieri demişken, haksızca kovulması bir yana, adını 1992 - 1993 sezonunda Premier Lig olarak değiştiren İngiltere'de, geçen 25 sezonda hala bir İngiliz teknik adamın şampiyon olamadığını da kalın puntolarla yazmak, boynumuzun borcu olsa gerek. İngilizlerin 90'lı yıllarda nihayet yüzü 99'daki dramatik Şampiyonlar Ligi finalinde Sir Alex Ferguson'un Manchester Unıted'ı ile gülecekti. Bu kupa aynı zamanda Ada futbolunun Avrupa Kupaları'nda tam 15 yıl sonra kazandığı ilk kupaydı.
MAKUS TALİHİ DEĞİŞTİREN ADAM : ARSENE WENGER
Serie A ile Premier
Lig’in böylesine hassas dengeler içindeki durumunu, görünen ve yaşanılanın
aksine Premier Lig’in lehine bir şekilde ters çeviren ilk kişi Arsene
Wenger’den başkası değildi. Arsenal’le 3 kez Premier Lig şampiyonluğu
(sonuncusu namağlup) yaşamasının birinci derecede aktörleri olan Henry,
Bergkamp ve Vieira’nın transferleri ve sonrasında bu futbolcuların kötü denilecek kariyerlerini zirveye çıkartacak usta hamleleri kısa zamanda yapmak, Fransız teknik adamın kariyerindeki en
pozitif göstergelerden biridir. 1993’te henüz 24 yaşındayken İnter’e giden
Dennis Bergkamp, burada takımın yönetimsel sorunları ile beraber kendisinin de biraz aşırı içedönük kimliği (uçak korkusu en bilineniydi) ile birleşince iki
sezon onun için çöpe gitmiş oldu. Kısacası; Bergkamp gibi zarafetin, klas gollerin ve
yeteneğin en güzel şekilde çimlere yansıyan halinin CV’sinde iki sezon tam
anlamıyla hayal kırıklığı olmuştu. O dönem Monaco’nun teknik direktörlüğünü
yapan Arsene Wenger’in Bergkamp’ı çok istediği bilinen bir gerçekti. Bergkamp,
İnter’den ayrılıp Arsenal’e imza attığında artık 26 yaşındaydı. Arsene Wenger
ise o dönem bir yıllığına Japonya’da Nagoya takımını çalıştırıyordu. 1996’da
Arsenal ile sözleşme imzalayan ve kulüp tarihinin ilk ve tek Fransız teknik
direktörü olan Wenger, tam 21 yıldır aralıksız bir şekilde görevinin başında.
Bergkamp’ın potansiyelini ve yeteneklerini en efektif bir
şekilde çözümleyen Wenger, onun kariyerinin en iyi yıllarını Ada’da
geçirmesini sağladı. Bergkamp’ın sahada olduğu maçlarda, Arsenal hem görsel
açıdan hem de akışkan futbolu ile izleyenleri mest ediyordu. Bir sanatçıyı
andıran futbol yeteneği ile saha içinde takım arkadaşları için de önemli bir
rol model olan Bergkamp, hem gol atıyor, hem de attırıyordu. 1998 ile 2004 arasında Arsenal 3 kez Premier Lig şampiyonluğu yaşadı. (Toplamda 9 kupa)
Patrick Vieira... Henüz 19 yaşındayken geldiği Milan’da
şampiyonluk yaşadı yaşamasına ama 5 maç bile forma giyemeden, “yetersiz”
damgası yiyerek, henüz 20 yaşındayken, Arsenal’e satıldı. 1998'de bu defa bir diğer 'Patrick' olan Kluivert'ı bir sene denedikten sonra Barcelona'ya satacak olan Milan'ın geleceği göremeden yaptığı tarihsel hatalardan sadece ikisiydi. Wenger’in geldiği ilk
sezonda Vieira’da artık sahnedeydi. Oyunu çift yönlü oynayan ve Premier Lig’e
gelişi ile beraber önündeki 10 yıllık süreçte defansif ortasaha mevkisinin en
önemli temsilcisi olmayı başaran Vieira’nın varlığı ile Arsenal daha sağlam bir karaktere bürünüyordu. Hem artık Bergkamp'ın sürekli geriye gelmesine de gerek yoktu. Vieira ortasahada yeri geldiğinde iki kişilik bir mücadele sergiliyordu. Şimdi de sırada, Bergkamp’ın olağanüstü pasları ile buluşup
düzgün gol vuruşları yapacak bir santrfor aramak lazımdı. Bu kişi, Wenger’in
onu Monaco alt yapısından tanıdığı Thierry Henry’den başkası değildi.
Juventus’ta geçirdiği tek sezonda potansiyelinin aksine sol çizgiye mahkum
edilen golcü, ne kadar çabalasa da verimli olamadı. Wenger, bu durum karşısında
kozunu kullanarak, Henry’e 1999 yılında 11 milyon pound ödeyerek Londra’ya
getirdi. Henry, öylesine bir kariyer bıraktı ki ardında, kulüp tarihinin en çok gol atan futbolcusu olması bile kendisini anlatmaya yeter. Şampiyonlar Ligi
tarihinin en golcü oyuncularından biri olmasının yanı sıra, olağanüstü golleri,
zarif tekniği ve usta son vuruşları ile zaten futbol severlerin son 20 yılda
gördüğü en iyi 10 santrfordan birisi kendisi.
Uzun lafın kısası, Serie A ile Premier Lig arasında 90’lı
yılların başından sonuna kadar giden süreçte aradaki tüm kalite farklarını
eşitleyen; Premier Lig’in Serie A karşısında hem pazarlama, hem zengin futbolcu
portföyü, hem de oynanan oyunun kalitesi anlamında aynı güce sahip olup, hatta
sonraki dönemlerde geçmesine ön ayak olan kişinin adıdır, Arsene Wenger. 2005
yılında Patrick Vieira, misyonunun bitmesi sebebiyle Juventus’a 14 milyon
pounda satıldığı an, Premier Lig’in Serie A karşısında en üst mertebeye çıktığı
vesika olarak tarihe geçebilir. Bir anlamda “İtalya’dan alıp, İtalya’yı geçmek”
tam da yaşanılanların başlığıydı. Arsene Wenger, Ada’ya geldiği zaman sonrası
10 yıl içerisinde Premier Lig’e sınıf atlattırdı ve Serie A’yı her anlamda
geçmelerini sağlayan baş aktörlerden biri oldu. Günümüzde Serie A, tablonun tersine dönüşen bu farkı
fazlasıyla kapattı diyebiliriz. Pogba hamlesi bunun en güzel örneklerindendir. Biri Sir Alex Ferguson mu dedi? Onu ve '92 sınıfını'da bir daha ki yazılarımızda anarız.
*** Yazıda Ali Ece'nin "Ayak Oyunlarından Akıl Oyunlarına Futbol" adlı kitabından esinlenme yapılmıştır.
SONUÇ
*** Yazıda Ali Ece'nin "Ayak Oyunlarından Akıl Oyunlarına Futbol" adlı kitabından esinlenme yapılmıştır.