Şampiyonlar Ligi, malum futbolun zirvesi... Bu sezon final, Almanya'da Berlin Olimpiyat Stadı'nda oynanacak. Sponsor firma Adidas, bu alanda hem ticari hem de hoş bir anı olması münasebetiyle son yıllarda final maçlarına özel 'top'lar üretiyor ve büyük ilgi çekiyor. Bu sezon yine kolları sıvadılar ve finale yakışır bir TOP hazırladılar.
Tarihi 'Berlin Duvarı'nı da unutmayan Adidas, renkli objelerle tasarladığı top için bu önemli ayrıntıyı da ihmal etmedi. Özgürlüğü ifade eden Brandenburg kapısı da tasarımdaki yerini aldı. Tasarımdaki 'ayı' sembolü ise Berlin şehrini ve şehrin tarihinin bir anlamda logosu olarak bilinen 'ayı' figüründen esinlenerek saldırmaya hazır bir 'ayı' görseli ile de bu algıya dikkat çekildi. Topun üzerindeki birçok renk olması ise Berlin şehrinin kozmopolitan ve karmaşık yapısına bir gönderi niteliğinde.
2014 - 2015 Şampiyonlar Ligi Finali, 6 Haziran 2015'de oynanacak ve yukarıda resimde gördüğünüz top, Şubat 2015'teki Şampiyonlar Ligi 2.tur maçlarıyla beraber görücüye çıkacak.
Henüz 3 sezon önce yine Almanya'nın Münih kentindeki Allianz Arena stadı, Şampiyonlar Ligi Final maçına evsahipliği yapmış ve dramatik finalde Chelsea, Bayern Münih'i penaltı atışları sonucu eleyip şampiyon olmuştu. Bakalım bu defa Almanlar tekrar finale ulaşabilecek mi?
Final için en büyük adaylar ise kağıt üstünde çoktan belli :
Son dönemlerde malum neredeyse her hafta, ya futbolu bırakmış ya da kariyerinin son dönemlerinde olan futbolcuların kendilerine göre belirlediği en iyi 11 tarzı haberleri sık sık görüyor ve takip ediyorsunuzdur sanırım. Kendi adıma söylemek gerekirse son birkaç günde Zidane, İbrahimovic, Yaya Toure, Xavi gibi futbolcuların en iyi 11'leri akıllarımda kaldı.
En iyi 11 kavramının da içini doldurmak gerek. Sonuçta bu bir göreceli bir kavram ama şu soruyu da sormak lazım :
Tarihin en iyi 11'i mi? Son yılların en iyi 11'i mi?
Yani en iyi 11 konseptine bir isim bulmak şart...
Ben mesela acizane 2000'li yılların en iyi 11'i adlı bir çalışma yaptım. Neden mi? Çünkü Avrupa ve Dünya Futbolu'nu takip etmeye başladığım seneler 1995 ve sonrası. O yüzden de canlı gözlerle takip ettiğim, hayranı olduğum, maçlarını kaçırmadığım futbolcuları belirlemek bana daha mantıklı geldi. Bunda da kendime göre kriterler vardı ve son 7-8 yılın makina adamları Messi ve Ronaldo'yu almadım. Her şeyin daha doğal olduğu, hormonlu ve olağanüstü yeteneklerin diğer meslektaşlarına açık fark yapmadığı yıllar. Yazının başlığı 2000'li yıllardan bu güne ama yukarıda da belirttiğim gibi 1995 ve sonrası yani son 20 yıl baz alarak değerlendirmemi yaptığımı söyleyebilirim.
Diziliş anlamında çok sık gelgitler yapsam da nihai karar olarak 3-4-3 düzenininde karar kıldım. Elbette 4-4-2 ya da 4-3-3 sistemi de beni çok zorladı. Sonuçta onlarca efsane ve kariyerli futbolcuyu da es geçmek zorunda kaldım. Misal; 4'lü savunma dizilişi yapmadığım için Roberto Carlos, Cafu gibi değerleri listeme alamadım. Orta alandan Del Piero, Pirlo, Beckham, Gerrard, Nedved, Kaka... Forvette ise Raul, Henry, İbrahimovic ve daha birçok yıldız isimlere yer veremedim.
Gönül isterdi ki, spor sitelerinde sıklıkla yapılan Altın Karma, Gümüş Karma ve Bronz Karma gibi atraksiyonlar yaparak diğer futbolculara da haklarını teslim etmek ama bu şekilde hem sizler sıkılır hem de gereksiz ayrıntıya girerim diye düşündüm.
3-4-3 dizilişim tamamen hücum ağırlıklı ve Dünya'da yenemeyeceği takım da yok :)
Sizlerin de en iyi 11'lerini merak ediyorum. Dileyenler alt tarafta yorumlarını paylaşabilir...
Bazı futbolcular vardır, gittikleri hiçbir takımda dikiş tutturamazlar ama yine de taliplileri çoktur. Özünde kaliteli ve yeteneklidirler. Bu özellikleri dahi onları birer futbol seyyahına dönüştürüverir. Kabuğuna sığamazlar. Nerede yüksek bonservis ödeyen varsa; para, marka, prestij dinlemeden büyük - küçük takım ayırt etmeden o ülkeden o ülkeye yol alırlar. Günümüzde bu tanımlara 'cuk' diye oturan bir futbolcu var ki, o da Nicolas Anelka... 2 kıta, 7 ülke değiştiren Anelka'nın sorunlu yaşantısı, saha içindeki değişken ve agresif tavırları her daim futbolunun önüne geçti. Halbuki daha 18 yaşındayken Arsene Wenger tarafından keşfedilen Fransız futbolcu, o sezon 26 maçta attığı 6 golle Arsenal'in Premier Lig Şampiyonluğu'na olumlu bir katkı yaptı. Kendi içinde yaşadığı psikolojik travmalar, antrenmanlardan kaçmaları, gereksiz agresif hareketleri yüzünden Fransa Milli Takımı'ndan dahi bir anlamda uzaklaştırılmak zorunda kaldı. Bir dönem Fenerbahçe'de de forma giyip Süper Lig Şampiyonluğu sevinci yaşayan Anelka, döneminin teknik direktörü Daum ile yaşadığı sorunlarla da her zaman gündemdeki yerini aldı. En istikrarlı macerasını Chelsea ile 4 sezonda yaşayan Anelka, 18 yıllık kariyerinde toplamda 12 takımın formasını giydi.
Arsenal'den Real Madrid'e imza attığında henüz 20 yaşında olan Anelka, Galacticos ile Şampiyonlar Ligi'ni kazanmış ve bu kapanın kazanılması aşamasında yarı finaldeki 2 Bayern Münih maçında da birer gol atma başarısı göstermişti. Chelsea'de 2008 - 2009 sezonunda gol kralı olan Anelka, en verimli performansını da yine bu kulüple yaşadı. 2013 - 2014 sezonunda kulübü West Bromwich Albion ile Westham Unıted ile oynanan maçta attığı golden sonra Nazi selamı verdiği gerekçesiyle 'ırkçılık' suçuyla 5 maç ceza aldı ve Ada'dan ayrılarak Asya'nın yolunu tuttu. Çin'in Shanghai Shenhua ve son olarak da Hindistan'ın Mumbai City takımlarının formalarını da giydi. CV'sine bakıldığında Avrupa'nın 5 büyük futbol ülkesinden biri olan Bundesliga hariç diğerlerinde forma giymesinin yanı sıra; Real Madrid, Arsenal, PSG, Juventus, Manc. City ve Liverpool gibi kalburüstü takımların adını gördüğünüzde aslında hiçte şaşırmıyorsunuz. Çünkü o var olan muazzam yeteneklerinin üzerine sıkılgan karakteri ile baskın olup değişikliği her zaman sevdiği için böylesine bir kariyere imza attı. Zamanın en ünlü ve yetenekli futbolcularıyla forma şansı bulmasına rağmen uslanmadığı, kendini dizginleyemediği için kalıcı olamadı ve adeta bir futbol seyyahına dönüşüverdi. Futbolu bıraktıktan sonra film endüstrisinde çalışmak istediğini her fırsatta yenileyen asi Fransız, bu düşüncesi ile dahi futbolu fazla sevmediğini, adeta bir 'hobi' kıvamında oynadığını da bizlere fazlasıyla belli ediyor. Futbolu biraz sevse, alışkanlıklarından biraz sıyrılsaydı hala dünyanın en yetenekli santrforlarından biri olarak anılacaktı ama o, bunu asla istemedi. İşte ele avuca sığmaz Nicolas Anelka'nın futbol seyyahı kariyerinden bazı fotoğraflar :
Milli Takımımızın aksine, son yıllarda Türk takımlarının İngiliz kulüpleri karşısında ne denli başarılı olduklarını biliyoruz. İngilizlerin bütün büyük takımlarını neredeyse yenmişliğimiz var. Chelsea, MANU, Arsenal, Liverpool, Tottenham, Stoke gibi takımlarla son 20 yılda birçok kez karşılaştık ve aradaki güç ve kalite farkına rağmen hiçte azımsanmayacak derecede puan ve puanlar kazandık. Hatta ve hatta Manchester Unıted'ı Old Trafford'da, Chelsea'yi Stamford Bridge'de dahi yenme başarısını göstermiş bir ülkeyiz biz. Sözkonusu tüm galibiyetlerde istatistik bazında en ezici maçımız ise şüphesiz 2 Ekim 2014'te oynanan Tottenham - Beşiktaş karşılaşması...
Sözkonusu karşılaşma ile ilgili yukarıdaki fotoğrafta sadece GENEL istatistikleri görüyorsunuz. Bir de http://crop.is/92 bu linki tıkladığınızda Paslaşma, Şut, Orta, Dripling, Savunma gibi diğer önemli istatistikleri de görüp değerlendirebilirsiniz. Her bakımdan adeta bir MİLAT maçı idi Londra'daki mücadele...
20 yıldır Avrupa Kupası maçlarını takip eder ve izlerim. Bir Türk takımının deplasmanda hem de Tottenham gibi Türkiye Ligi'ne koy, her sezon şampiyonluğa oynayacak bir takımı (takım değeri anlamında da 3 büyüklerin her birini ikiye katlar) White Hard Lane'da perişan eden, pozisyon vermeyen, karşılığında tarihi fark atacak kadar pozisyon bulan, Tottenham kalesine toplam 24 şut atan (rakibinin 4 katı), tam 33 orta denemesi yapan, rakibini sağlı sollu kornerlerle bunaltan başka bir takım görmedim. Hugo Lloris'in adeta tek başına kalede 'dev'leştiği karşılaşmada galibiyeti sonuna kadar hakeden Beşiktaş, Demba Ba ile bulduğu penaltı golüyle 1-1 berabere kaldı ama hem istatistik bazında hem de aşağıda özetini izleyeceğiniz karşılaşmada resmen tarihi farkı kaçırdı. Diğer bir deyimle "Tottenham ucuz kurtuldu"...
Londra basını da maçtan sonra Beşiktaş'ı övüp, maçı kazanmayı hakettiğinin altını çizerken Tottenham'ın maçı üzün süre önde götürmesinin sürpriz olduğunu belirtip kaleci Lloris'in çok şanslı bir gününde olduğunu okuyucularıyla paylaştı.
Evet Beşiktaş bunu Slaven Bilic önderliğinde 2 Ekim 2014'te başardı. Beşiktaş muhtemelen bu maçın rövanşında dahi (bu yazı rövanştan önce yazıldı) bu kadar üstün bir istatistikle sahada mücadele edemeyecek ama bu maç tarih kitaplarında yazsın ve unutulmasın diye bu gurur tablosunu istatistikleri ile beraber özetini paylaşma isteğini hissettim...
Biliyorum bu yazı güncel bir yazı olmayacak ve belki de değerini yitirecek ama istatistikler hiçbir
zaman değişmeyecek ve kalıcı olarak kendine yer bulacak. Galatasaray'ın, taa 1993 yılında Old Trafford'da aldığı 3-3'lük sansasyonel beraberliği sonrası tüm dünyayı kendine hayran bırakmasının ardından o zamanın yerel bir gazetesinin attığı manşet gibi "Bir baba hindi, İngilize böyle bindi" edasıyla rövanş maçı da umarım aynı güzellikte ve sonuçta biter ve kazanan Türk Futbolu olur...
Sert dalgalarda 'küçük balıklar'ın yaşama inadı...
"Ofsayt" tabirinin yavaş yavaş bayanlar tarafından da anlaşılabildiği çok basit ve sade bir oyun..
'Aidiyet' duygusunun en kapsamlı hissedildiği başucu eseri...
İçinden türlü türlü hikayeler, destanlar, efsaneler çıkartan masalsı mabedler...
Başlama düdüğünden bitiş düdüğüne kadar asla bitmeyen adrenalin...
'Derby' kavramının en fazla yakıştığı ve bir maçının haftalarca, yeri geldiğinde yıllarca tartışıldığı en keyifli muhabbetlerin ortak dili...
Tüm dünyada milyarlarca insanın bir 'gol' sesiyle ayağa kalktığı, tüm dertlerini unuttuğu, adeta kendinden geçtiği o benzersiz 'içgüdü'ye mazhar olan sıradışı 'baba spor'...
Biz futbolu bu yüzden seviyoruz, önemsiyoruz, hayatımıza katıyoruz...
Temiz futbol, rakiplere saygı duyulan futbol, doğal futbol, içinde küfre yer vermeyen futbol ise en çok görmek istediklerimiz. Kirletmek, karalamak en kolayı. Gelin zoru başaralım. Futbol ancak bu materyallerle kalıcı olur. Bunu bilelim, yaşayalım ve yaşatalım...
Her futbolseverin içinde futbol ile ilgili bir hikayesi vardır unutmadığı, unutamadığı...
Sahi, sizin futbol tanımınızda neler var? Futbol eksenli dönen dünyada sizlerin hayatında futbol mu dünya üzerinde dönüyor? yoksa dünya mı futbolun üzerinde dönüyor? Merak ettim sorayım dedim...
Futbol sadece erkeklerin oynadığı bir spor olmamalıydı. Topuklu ayakkabı sahipleri de krampon giymeli ve bunu da başarılı bir şekilde uygulamaları gerekiyordu. Kadınlar, hayatın neredeyse tüm alanlarında olduğu gibi sonunda futbola da el attılar ve aralarından Messi, Ronaldo gibi birisi ortaya çıktı : Alex Morgan...
2 Temmuz 1989 Kaliforniya doğumlu Amerikalı futbolcu hemcinslerinden oldukça farklı ve dikkat çekici. Güzelliği, fiziği, futbol yeteneği gibi tüm bu hünerlerine genç yaşta sahip olan Amerikalı, tüm dünyanın da gözdesi olmuş durumda. Makyajlı yüzleri, ojeli tırnakları ve kaslı vücutları ile artık onlar da futbolun içinde ve artık onları da konuşmalı, yaptıkları özverili çalışmalara karşı duyarlı olarak daha fazla gündeme getirmeliyiz diye böyle bir yazı paylaşmaya karar verdim...
2007 - 2010 yılları arasında Berkeley'deki Kaliforniya Üniversitesi'de kolej futbolu oynayan Morgan, 2009 yılında fark edildi ve henüz 20 yaşında ABD Milli Takımına seçilerek bu alanda en genç oyuncu ünvanını aldı. Mevkii olarak forvet pozisyonunda oynuyordu. 2010 yılının Mart ayında Meksika ile oynadıkları maçta Milli Takım kariyerindeki ilk golüne imza atan başarılı futbolcu 2011 Dünya Kupası'nda da boy gösterdi. Almanya'da düzenlenen bu kupada ülkesi ile finalde Japonya'ya penaltı atışları sonucu kaybederlerken kazandıkları 2.lik başarısında önemli sayılacak bir başarı göstermiş, henüz 22 yaşında kendisini resmen dünyaya tanıtmıştı. Yarı final maçında Fransa karşısında kazandıkları 3-1'lik galibiyette kritik bir gol atarken final maçında uzatmaya giden maçta da 1 gol atmıştı.
Takiben 2012 Yaz Olimpiyatları'nda ise ülkesi ABD ile altın madalya sevincini yaşadı. Londra'da gerçekleştirilen Olimpiyat Oyunları'nda finalde yine Japonya ile karşılaşmışlar ve bir olimpiyat rekoruna sahne olan maçı Wembley Stadı'nda 80.300 kişi izlemiş, kazanan ise Morgan ve arkadaşları olmuştu. Bu galibiyetle bir bakıma bir önceki Dünya Kupası finalinin de intikamı alınmış oldu.
Alex Morgan, isim olarak da akılda kalan bir yapıya sahip. Gerçekte sıkı bir Barcelona taraftarı olarak biliniyor. Yeteneklerini güzelliğiyle birleştiren genç futbolcu, bir ara 2012 yılında Sports Illustrated Swimsuit Issue dergisine verdiği üzeri boyalı fotoğraflarla da büyük bir ses getirmiş, erkek hayranlarının da gözdesi haline gelmiş ve farkındalık anlamında da tüm dünyanın ilgisini çekmişti.
Alex Morgan'ın bilinen lakabı ise "Baby Horse" yani "Bebek At"...
2012 yılında ABD'de yılın futbolcusu ödülüne de sahip olan Alex Morgan, aktif futbolculuk kariyerinde şu an ülkesindeki Portland Torns FC takımında devam ediyor. ABD Milli Takımı ile an itibariyle 77 maça çıkan güzel futbolcu 49 gol atma başarısı göstererek bu alanda da rakipsiz ve TEK olduğunu gösterdi. Bu rakamlara ve başarılara henüz 25 yaşında ulaşan Morgan'ın eğer yolu Avrupa'dan geçerse kesinlikle şöhreti ve popülaritesi en üst noktaya ulaşacak ve tüm dünyanın aynı anda takip edeceği gerçek bir dünya yıldızı olacaktır.
Alex Morgan'ın şimdiki hedefi ise 2015 yılında Kanada'da düzenlenecek olan FIFA Kadınlar Dünya Kupası. Bu kupayı da kazanması sanırım artık onun bir efsane olmasına yetecek. Bunu ilerleyen zamanlarda göreceğiz ama siz siz olun futbolu çirkinleştirmeyip güzelleştiren bu değerleri takip edin derim. Erkek futbolunda hele de ülke olarak geldiğimiz nokta belli. O halde hepimiz Alex Morgan'ız diyerek son noktayı koyalım :)
Takımın üzerindeki ölü toprağın atılması için Kazakistan gibi bir takımla hem de taraftarımız önünde karşılaşmak başta Fatih Terim için ve futbolcuların kendine güveni için + taraftarların da taşan sabrını bir an olsun dizginlemek adına büyük bir şanstı. Kazanacağımızdan kimsenin kuşkusu dahi yoktu ama iyi futbol, istekli futbol bekleniyordu 'Milli ruh' adına... Gruptaki diğer rakiplerimizden Hollanda'nın da bizim gibi 3 maçta aldığı 1 puandan sonra reaksiyon gösterme adına sahasında Letonya engelini 6-0'la aştığını gördüğümüzde açıkçası bizim de buna benzer alacağımız farklı bir galibiyetle moral seviyelerini zirveye çekeceklerini düşünmüştüm...
Maçın başlamasına az bir zaman kala gördüğüm seyircinin en az 30.000 olduğunu ve Milli takımın bu denli kötü olduğu bir ortamda gelen bu kadar taraftar sayısının beni oldukça şaşırttığını da eklemeliyim. Kötü günde dahi gelen onbinlerin istediği tek şey ise atak futbol, istekli futbol ve skor tabelasında farklı bir skor. Belki de en önemlisi 2002 ruhu, 2008 ruhu...
Maç öncesinde tam da bizim önümüzde Volkan Demirel ile kale arkası tribün arasında yaşanan küfürleşme ile beraber, Volkan'ın taraftarlara yaptığı 'sus' işareti ve ardından eldivenlerini çıkartıp, kaleci antrenörünün ikazlarına rağmen yaptığı değişiklik işareti ile maçta oynamayacağının haberini verdi. Küfür, ülkedeki her futbol severin karşı çıktığı ama kulüp bazında kimin sahasında oynanıyorsa diğer rakibin futbolcularına yaptığı alışageldiğimiz kötü bir manzara. Ne var ki, sahaya ısınmak için çıktığı ilk dakikadan itibaren gelecek eleştirilere karşı kulağını tıkamak ve 'neden sadece ben?', 'neden sadece bana küfrediyorlar?' tarzı bir özeleştiri ile Volkan gibi 34'üne gelmiş profesyonelliğin zirvesindeki bir kaleciye bu 'talihsiz vesika' yakışmadı. Hele ki, geçmişinde küfür konusunda kendisinin de bizzat acı tecrübeleri olmasına rağmen... Maç boyunca Burak Yılmaz'a da nahoş kelimeler kullanılıyor ama profesyonellik işte tüm bunları göze almaktır, kulağını tıkamak ve arkana bakmamayı öğretir futbolculara...
Herkes benim gibi düşünmeyecektir, saygım var ama ısınma turlarını dahi tam da kale arkası tribünün önünde yapan, ilk çıktığı dakikadan itibaren herkesin görüp, "az sonra kesin tribünle münakaşa yaşayacak" diye düşündüğü bir kalecinin bence artık Milli Takım kariyeri bitmiştir. Bu başta kendisi için de Milli Takım için de daha yararlı olacaktır. Volkan Demirel'in artık birçok alternatifi var ve belki de tarihimizde bu kadar zengin kaleci bolluğunun olduğu dönemde Volkan'ın artık Milli formayı giymemesi tüm kamuoyunun lehine olacaktır...
Sahaya çıkan 11, rakip Kazakistan olunca baya bir ofansif bir dizilişteydi. Terim, belli ki erken gollerle rakibin gardını düşürüp maçı garantilemek istiyordu. Burak Yılmaz, yine inanılmaz golleri kaçıracak, Umut Bulut her zamanki gibi arı gibi çalışıp rakip defansı presle boğacaktı. Maç başladı ve ilk 20 dakikada gördük ki, geçmiş maçlarda yaşananlar bir bir bir gerçekleşmeye başladı. Üretkenlik yok, rakibi abluka altına almak yok. Nasılsa kazanırız havasında geçen ilk 20 dakikanın ardından kazanılan penaltı atışından gelen gol ve hemen ardından Burak Yılmaz'ın kendisinin ve takımının ikinci golünü attığında dahi Kazaklar, yarı sahalarında hapsolmuş durumda, "nasıl daha az gol yeriz" havasında sahalarından çıkmak istemiyorlardı. Biz ise 2.viteste normal seyrimizi devam ettiriyorduk...
Kazakları eleştiremeyiz, onların cürümü bu kadardı sonuçta. Biz ise sonuç odaklı oynuyorduk. Tek hedefimiz, bu maçı kazanmaktı. Kazaklar, ilk kez 44'te kalemize gelme cesaretini gösterdiler ve ilk şutları da bu dakikada geldi. Aslında ilk yarı tam da istediğimiz gibi sonuçlanmış, soyunma odasına "artık tamam" havasında girmiştik. En önemlisi rakibe de bunu kabullendirmiştik.
Hollanda gibi ikinci yarıda vitesi artıracağımızı düşünmekle beraber, diğer yandan da yıllar yılı bitmeyen hastalığımız olan 'geriye çekilme', 'rölanti futbol' gibi sonunda her zaman üzüldüğümüz, maç bitsin diye dua ettiğimiz kahır dakikaları başladı. Takım anlamsızca sanki karşısında Hollanda varmışcasına kapanmaya, geri çekilmeye zorlandı. Kazaklar güçleri ölçüsünde kalemize gelmeye başladılar. Sağlı sollu bindirmelerle pozisyon bulmaya çalıştılar. böylesine bir rakip karşısında sahamızda hem de 2-0'ı bulmuşken yaşadığımız acziyet için yazacak bir kelime bulamıyorum : UTANÇ VERİCİ...
Belki Kazaklar, gollük pozisyonlar bulamıyordu ama ikinci yarının ilk 15 dakikalık bölümünde bizi neredeyse sahamıza hapsetmişti. Fatih Terim ayarında bir teknik adamın bu duruma seyirci kalmamasını ve oyuncu değişikliğine gitmesini bekledik dakikalarca. Futbolcuların neredeyse tamamı 'uyku modunda' oynamaya devam ediyor, sol kanadımızda kulüplerinde gayet iyi futbol oynadıklarına aşina olduğumuz Caner - Olcay kanadı bir türlü işleyemiyordu. Arda Turan, zor dakikalarda topu çok iyi saklıyor, akıllıca faul aldırtıyor ama yine futbolu tatmin edilebilir düzeyde olmuyordu. Genç Ozan Tufan yine sağlam oynuyor, Serdar Aziz - Semih Kaya ikilisi ise en rahat maçlarından birinde mücadele ediyordu...
Dakikalar 70'i gösterdiğinde stat hoparlöründen gelen seyirci sayısının 27.549 olduğu söylenince tahminimin tuttuğunu gördüm. Ne var ki, seyirci asla tatmin olmuyordu, olamazdı da. Fatih Terim, ilk değişikliğini taa 74'te hem de Umut Bulut - Mehmet Topal ile yapınca vaziyetimiz daha bir su yüzüne çıkıyordu : "Skoru koru ve maçı bitir"... Bu arada 71.dakikadaki 2 dakika süren "Yeterrrr, Yıldırım Demirören yeteeerrr" tezahüratı da yine dikkat çekti.
Selçuk İnan - Frikik... Gol mü değil mi?
İlk yarıda 3 korner bulduğumuz maçta, ikinci yarıda 3.golü bulduğumuz pozisyon öncesi kazandığımız tek korner ile 3.golü bulduğumuzda dakikalar 83'ü gösteriyordu. Bu şans golü ile beraber nihayet tabelada istenilen farklı galibiyet imajını hafiften gösteriyorduk. Caner Erkin'in adam akıllı ilk defa soldan bindirmesini golden 1 dakika öncesinde (82'de) Olcay'ın onu görmediği pozisyonda gördük. Ne var ki, ikinci yarıda attığı 6 kornerle kalemizi bunaltan + Volkan Babacan'ın % 100 2 tane gollük pozisyonu kurtarması dahi, Kazakların bir gol atmasının futbolun hala adil olduğunu gösterir nitelikteydi. Penaltıdan yediğimiz golü Kazaklar kesinlikle hak etmişti. Durağan oynayan, üretkenlikten uzak Milli takımımızın gol yemesini şahsen çok yadırgadım, bize yakışmadı. Acaba oynadığımız bu etkisiz ve nahoş futbol karşısında karşımızda İzlanda olsa ne olurdu, düşünmek dahi istemiyorum...
Sikletimiz olmayan Kazakistan karşısında dahi rakibin gördüğü tek sarı karta karşılık gördüğümüz 3 sarı kart ile dahi nasıl bir anlayışla futbol oynadığımızın temel bir göstergesiydi. Kaldı ki Arda Turan'ın gördüğü sarı kart sonrası cezalı olması da en fazla Fatih Terim'in planlarını alt üst etti...
Tek kazanılan 3 puandı, gerisi teferruat. Ölü toprak şimdilik atıldı ama Mart ayında Hollanda deplasmanı ile başlanacak olan zorlu süreç öncesi hiçbir ışık görülmedi, hissedilmedi...
Evet A Milli Takımımız tamamen dibe vurmuş haldeydi. İzlanda'ya kaybettik, Çek Cumhuriyeti karşısında aciz kaldık, Letonya gibi sikletimiz olmayan bir ülke karşısında dahi kazanamadık. Bir futbol ülkesi olamayışımızın olağan sonuçlarıydı bunlar. 'A Milli Takım taraftarlığı' diye bir olgu var ki, biz bu terime de fazlasıyla yabancıydık. Fanatik derecede kulüp taraftarlığımızın sonucu olarak, diğer kulüp taraftarlarına olan hıncımızı öfkemizi A Milli maçın oynanacağı stadın kapısından içeri soktuğumuz için sahadaki futbolculara da o desteği, hissi, güveni veremedik. Topyekün Milli olamadık, koro halinde aynı besteleri mırıldanamadık. Sahadaki futbolcularımız da 'Milli ruh' denen olmazsa olmaz zırhlarını bir türlü giyemediler. Kulüp bazındaki iç çekişmelerimizin birebir Milli Takıma yansımalarıydı tüm yaşananlar. Türk Futbolundaki derin çatlakların sayısı o kadar fazlaydı ki bir yerde o çatlaklardan sızan suların zamanla tüm kulüpleri ve Milli takımın içine kadar sirayet etmesi inanın kimse için şaşırtıcı olmadı.
Chelsea'li Oscar'la G.Saray'lı Selçuk İnan'ın yıllık aldığı ücretlerin aynı olduğu adaletsiz ortamda tek suçlu Fatih Terim'de değildi elbette. 2 sene önce Dünya Kupası grup eleme maçlarında da benzer bir senaryo ile 6 maçta topladığı 7 puanın ardından "artık Dünya Kupası imkansız" diye gönderilen Abdullah Avcı sonrasında görevi alan ve grubun son maçında güçlü Hollanda'yı yenebilseydi baraj maçı oynayacak olan takımın başında Terim yok muydu? Bu ülke Guus Hiddink gibi uluslararası bir markayı da gördü, peki ne değişti, başarılı olabildi mi?
Tüm bu olumsuz şartlarda Kazakistan maçına gitmeye karar verdim. Herkesin demokratik bir hakkı var, kimse kimseyi sevmek zorunda değil. Hatta Milli Takımı da desteklemek zorunda olmayabilirsiniz ama Milli Takım kaybetsin diye de beklemenin hoş olmadığı kanaatindeyim. Evet bunun bilincinde olarak en kötü gününde A Milli Takımın yanında olmak istedim. Evet taraftar iyi olanı alkışlar, kötü olanı da eleştirir, yuhalar ama konu 'Milli' olunca başta siyaset alanında herkes kadar milliyetçi olan safta yer alan biri olarak bunu futbolda da göstermek adına Milli formamı giyip destek olmak için orada olacaktım. Hem her şeyden önce takımın üzerine serpiştirilen ölü toprağı üstümüzden kaldırma maçıydı bu maç...
Özgüveni kaybolan Semih Kaya'ya destek olmak için gidecektim.
Selçuk İnan'ın G.Saray'a geldiği ilk yıllardaki şaşalı futbolunu tüm kamuoyuna hatırlatmak ister diye tribünde yerimi alacaktım.
Atletico Madrid'deki futbolunun yarısını dahi Milli Takıma veremeyen Arda Turan'ın sorumluluk alıp takımını uçuracağını beklediğim için Arena'ya gidecektim.
Gökhan Töre'nin şahsı adına çıkan onca olumsuz haberden sonra hırs yapıp, kariyerindeki en iyi A Milli maçını oynayacağını hayal ettiğim için bu anı canlı izlemek adına orada olacaktım.
Caner'in Gökhan Gönül'ün sağlı sollu bindirmelerine şahit olmak için, Mevlüt Erdinç'in "artık benim zamanım geldi" cümlesinin sahaya yansımasını izlemek için 12.adam olarak bende galibiyetin bir parçası olmak adına bu ana tanıklık etmek istedim.
19 yaşındaki genç yetenek Ozan Tufan'ın enerjisini bir de canlı izlemek ayrı bir keyif olacaktı şüphesiz.
Belki de en önemlisi özellikle Brezilya hezimetinden sonra konu A Milli Takım olunca yine de desteğini çekmeyen iyi günde de kötü günde de takımın yanında olan insanlarla aynı havayı koklamak için gidecektim. Asla ve asla rakibimiz dahi olmayacak Kazakistan'ı belki farklı yenecektik ama bundan sonrası için, güzel yarınları düşleme ve planlama adına bu galibiyete çok ihtiyacımız var. Evet ben Türk Telekom Arena'da olacağım ve maç sonu yazımı da gene buradan paylaşacağım...
Şampiyonlar Ligi malum belki de dünyanın en büyük futbol organizasyonu. Dünya Kupası'nın 4 yılda bir geldiğini düşündüğümüzde her sene düzenlenen ve muazzam bir görsel şölene ve kaliteye sahne olan Şampiyonlar Ligi, futbolseverler için birer veli nimet olarak göze çarpıyor. İlk olarak 1992 - 1993 yılında adı Şampiyonlar Ligi olarak değiştirilen kupa bu sezon 23. kez taraftarlarla buluşuyor...
Dünyada milyonlarca insanın TV başında takip ettiği bu dev organizasyon hakkında ne kadar bilgi sahibisiniz? Bunu merak ettim ve sizleri yazılı imtihana sokmak istedim. 10 soruda Şampiyonlar Ligi Anketimize sizlerde katılmak isterseniz, konunun hemen altındaki yorum köşesine cevaplarınızı (kopya çekmeden) beklerim...
SORU 1 :
Bu sezon 23.sü düzenlenen Şampiyonlar Ligi'ne en çok katılım hakkı elde eden takım sayısı 4. Real Madrid, Barcelona ve Manchester Unıted ile beraber hangi takım bu alanda (19) zirvede yer almıştır?
(Most participating teams in the Champions League; Real Madrid, Barcelona and Manchester United. With these three teams, the same number (19) reaches, which is the other team?)
a) Bayern Münih
b) Porto
c) Milan
d) Arsenal
SORU 2 :
Galatasaray, Avrupa'nın 1 numaralı kupasına 13 kez katıldı. Peki G.Saray, aşağıdaki hangi takımdan daha fazla katılım hakkı elde etmiştir?
(Galatasaray İstanbul, was attended by a total of 13 times in the Champions League. Which team can not pass in this area?)
a) Lyon
b) Olimpiakos
c) Dinamo Kiev
d) Juventus
SORU 3 :
Hangi ortasaha futbolcusu Şampiyonlar Ligi'nde daha fazla sayıda forma giymiştir?
(Which midfield footballer, in the Champions League has played a greater number?)
a) Cesc Fabregas
b) Florent Malouda
c) Zinedine Zidane
d) Bastian Schweinsteiger
SORU 4 :
Futbolu bırakan 4 isimden hangisi Şampiyonlar Ligi'nde daha fazla gol atmıştır?
(Which one has taken more goals in the Champions League?)
a) Hernan Crespo
b) Giovane Elber
c) Rivaldo
d) Patrick Kluivert
SORU 5 :
Hangi teknik direktör, diğerlerinden daha fazla sayıda Şampiyonlar Ligi maçına çıkmıştır?
(Which coach, more and reached the Champions League match?)
a) Roberto Mancini
b) Manuel Pellegrini
c) Fabio Capello
d) Fatih Terim
SORU 6 :
Şampiyonlar Ligi tarihinin en fazla maç yöneten hakemi kimdir?
(In the Champions League, who is managing most match referee?)
a) Markus Merk
b) Kim Milton Nielsen
c) Lubos Michel
d) Anders Frisk
SORU 7 :
Şampiyonlar Ligi tarihinde en fazla alınan skor hangisidir? (Kazık bir soru farkındayım)
(On the Champions League, which is the maximum score received?)
a) 1-0
b) 1-1
c) 2-1
d) 2-0
SORU 8 :
Şampiyonlar Ligi tarihinin en hızlı hat - trick yapan futbolcusu kimdir?
(The history of the Champions League, the fastest hat-trick footballer who is who?)
a) Lionel Messi
b) Bafetimbi Gomis
c) Luiz Adriano
d) Neymar
SORU 9 :
Zlatan İbrahimovic, an tibariyle Şampiyonlar Ligi'nde 41 gol attı. Peki bu gollerden en fazlasını hangi formayla atmıştır?
(Zlatan Ibrahimovic scored 41 goals in the Champions League. Most goals at the club is what?)
a) İnter
b) Barcelona
c) PSG
d) Milan
SORU 10 :
Hangi takım Şampiyonlar Ligi'nde daha fazla sayıda yarı final görmüştür?
(Which team in the Champions League, has played more of the semi-final?)
a) Real Madrid
b) Bayern Münih
c) Barcelona
d) Manchester Unıted
Başlık, sanki sinemalara yeni giren bir aşk filminin adı gibi oldu ama bundan daha iyisi olmaz diye düşündüm. Rekabet, her zaman güzeldir. Başarıyı getirir, hedefleri yükseltir, heyecanı artırır, kazanan belki ilk başta bu rekabeti izleyen ve takip edenler olarak görünür ama o rekabetin içinde bulunan kişiler daha çok kazanır, tarih kitaplarına girer ve 'efsane' sıfatını henüz futbolu bırakmadan çoktan alırlar...
Biz millet olarak, hangi dalda olursa olursa olsun kişileri, zamanları ne bulursak karşılaştırmayı severiz. Takımlar, sinema oyuncuları, dizi oyuncuları, futbolcular, 80'li yıllar 90'lı yıllar, meslek dalları vb. birsürü şey...
Dünya Futbolu son 10 yılda inanılmaz bir değişim kazandı. 2 futbolcu, tüm dünyanın kaderini değiştirdi. Önceki yıllarda bir sezonda 30 gol barajına gelen futbolcular nadiren görülür ve el üstünde tutulurken bu başarıları daha uzun sürmez ve çıta yine 20 - 25'lere gerilerken iki isim çıktı çıkalı onlar için bir sezonda 40 - 45'in altına düşmek adeta bir başarısızlık olarak görülmekte. Kimlerden bahsettiğimi çok iyi biliyorsunuz.
Messi & Ronaldo...
Dünya Futbolu belki de böylesine bir rekabeti hiç görmedi ve görmeyecek de. Sayısal anlamda onlar gibisi yeryüzüne gelmedi. Oscar'lık performansları bir an olsun azalmadı, hız göstergeleri limitlerin hep üstünde yer aldı. Onları tanımlarken ister uzaylı, ister makina deyin ama onlarsız bir futbol, şüphesiz kısır bir döngüde devam ederdi. Geçmişteki efsane futbolcuların sahip oldukları sayısız rekor hep sabit kalır ve erişilemezdi bile. Kimi zaman çorbanın tuzu, kimi zaman yemeklerin sosu, kimi zaman da çocukların hayalleri, idolleri oldular.
Lionel Messi, ilk maçına Barcelona formasıyla 2004 yılında çıktı ve yaşı 17 idi. Kısa sürede yeteneklerini konuşturan ve bunu çalıştığı teknik direktörlere de ispatlayan Arjantinli, kariyerinin altın dönemlerini yaşayacağı ve bu alanda birçokları tarafından "Tüm zamanların en iyisi" diye adlandırılacağı dönemleri Cristiano Ronaldo'nun La Liga'yı taçlandırdığı 2009 - 2010 sezonundan sonra yaşadı. 2009 - 2010 sezonundan önce La Liga'da en fazla golü bir önceki sezon yani 2008 - 2009'da 23 golle atan Messi, Ronaldo'nun gelişiyle adeta bir gol makinasına dönüştü. 5 yıllık süreçte 38 gol ortalaması tutturan Messi'nin ilham kaynağı şüphesiz Ronaldo idi. 4 defa üstüste Ballon d'Or ödülünü (2009 - 2013) tam da bu zamanlarda kazandı. Hatta ve hatta Messi'nin La Liga'da en çok gol attığı takımın da Real Madrid (21) olduğunu ve bu gollerin 15 tanesini Ronaldo'nun Real Madrid'e geldikten sonra attığını da not düşelim.
Ronaldo La Liga'ya geldikten sonra Barcelona ve Messi'nin gol sayıları
Cristiano Ronaldo, Sir Alex Ferguson'un takımının S.Lizbon'un yeni stadının açılış maçında yaptığı karşılaşmada kendisini mest etmesinin ardından 18 yaşında Ada'ya getirdiği ve 6 yıl içinde buradaki misyonunu tamamlamasından sonra, gitmesinin kalmasından daha fayda getireceğine inanıldığı için 94 milyon euro gibi devrin en pahalı transferi apoletiyle geldiği La Liga'da adeta bir efsaneye, fenomene dönüştü. Çok çalışmanın, azmin ve gücün tavan yaptığı bir 'dev'di adeta. Ronaldo, Real Madrid'e gelmeden önceki 5 sezonda Galacticos'un ligde attığı toplam gol ortalaması 75 iken, o geldikten sonra hiç 100 golün altına düşülmedi ve 106 gibi fantastik bir ortalama tutturuldu. Ronaldo, hem Real Madrid'e, hem La Liga'ya hem de Messi gibi bir yeteneği en üst noktaya oturtmaya yetti. 12 yıl sonra Real Madrid'e Şampiyonlar Ligi Şampiyonluğu'nu kazandırdı.
Ronaldo gelmeden önceki 5 sezonda Real Madrid'in ligde attığı goller
Ronaldo geldikten sonra Real Madrid'in ve Ronaldo'nun ligde attığı gol sayıları
Yani anlayacağınız, iyi olan yanındaki iyiyi de oynatıyor.Messi olmadan Ronaldo olmuyor, Ronaldo olmadan Messi olmuyor. Aslında oluyor ama bu kadar da olmuyor. Birinin varlığı diğerini çok etkiliyor. Biri 2 gol ya da 3 gol atsa diğeri hırslanıyor ve altta kalmıyor. Adeta birbirlerinin ateşleyicileri gibiler. Birinin varlığı ve form düzeyi, diğerinin motivasyon kaynağı. Son 5 yılda La Liga'da ve Avrupa'da kırılmadık rekor bırakmadılar, bırakmayacaklar da. Dünya onlar gibilerini bir 15- 20 sene daha göremez diye düşünüyor herkes. Yetenek, hırs, çalışmak, asla ve asla az ile yetinmemek onların futbol felsefelerinin yapı taşları...
Onların da eksik yönleri yok mu diye sorarsanız tabii ki var. Sonuçta her güzelin bir kusuru vardır. İkisinin de gerçekleştiremediği tek başarı; Dünya Kupası Şampiyonluğu...
Frikikten gol atmak öyle herkesin harcı değil. Hele Şampiyonlar Ligi gibi pek çok otorite tarafından dünyanın 1 numaralı futbol organizasyonu olarak görülen bir platformda atmak ise hepsinden zor. Bu alanda, aşağıda en çok gol atan 5 firikçiyi, 5 usta ayağı göreceksiniz. Bu harika frikikleri hangi takımlara atmışlar, o bilgilere de ulaşabilirsiniz... (24.10.2014 tarihi itibariyle)
Resmi tıklayıp büyütebilirsiniz.
Listede Ronaldinho, Messi, Zidane, Pirlo, Beckham gibi teknik futbolcuların olmaması dikkat çekici...
Ne dersiniz? Cristiano Ronaldo bu alanda da rekoru eline alabilir mi?
Milli maçlar arasından sonra her şey tekrar normale döndü ve tekrar ulusal liglerin heyecanı ile beraberiz. Hedef % 60 başarı oranı dedik ve yola çıktık. Gene sizlere kupon vermeyeceğim. Sadece kendimce seçtiğim maçlardaki tahminlerimi paylaşacağım. Siz ise içlerinden seçeceğiniz maçları kendi kuponlarınıza ekleyerek kombinelerinizi oluşturacaksınız.
Bu haftasonu programından toplam 15 maç seçtim. İçlerinde düşük oranlı maçlarda var, yüksek oranlılar da. Ben maçlarda, oranlara bakmadan kendi yöntem ve tecrübelerime dayanarak maçları seçtim ve yorumladım. Popüler olmayan liglerden aldığım tercihlerle de olası şike ve patlama ihtimali yüksek maçları bertaraf etmeye çalıştım.
Lafı daha fazla uzatmadan tercihlerime geçiyorum...
GÜNCELLEME (21 EKİM 2014) 15 maçtan 9 tanesi tuttu. Tutmayan 6 maçtan Arsenal ve Kashima'nın puan kayıpları oldukça sürpriz oldu. Umarım 9 maçın arasından kombine yapanlar olmuştur. Bir daha ki haftada müsait olursan kendi kuponlarımı paylaşacağım.
Bazı teknik adamlar vardır, bazı futbolcuları çok sever ve gittiği takımlara da götürür. Bu duruma eminim hepiniz birer örnek verebilirsiniz. Benim sizlere söyleyeceğim durum ise çok farklı ve eşine az rastlanır türden bir bağlantı... Zlatan İbrahimovic ve Maxwell Andrade... Kader bu 2 futbolcunun yollarını her daim kesiştirdi. Hatta öyle bir hal aldı ki, bu iki futbolcunun kardeş bile olacaklarını düşünmeye başladım. Onlar adeta birer aile gibiler. Öyle ki, biri hangi takıma gitse diğeri de mutlaka bir gün o takıma gidiyor ve arkadaşını yalnız bırakmıyor. 2001'den 2014'e... İşte İbrahimovic ve Maxwell'in kariyerleri ve her futbolcuya nasip olmayan beraberlikleri :)
Bayern'in başına geçtiğinde bazı çevreler tarafından çok eleştirildi. Tam anlamıyla hazır bir takıma, bir nevi "Barcelona'nın devamı" diye tanımlanan dev bir takıma imza atmıştı. Halihazırda Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu yaşamış, Almanya Ligi'ni hatta Almanya Kupası'nı dahi müzesine götürmüş bir takımı devralmıştı. Barcelona'nın 'tiki taka'sına son verip Avrupa ve Dünya'nın yeni süper gücü olmuş bir takımın teknik patronuydu artık. Barca ile kaldırdığı sayısız kupa halkasına yenilerini eklemek ve "Benim gücüm sadece Barcelona ve İspanya'dan ibaret değil" diye haykırışı sonrası ilk yurtdışı deneyimiydi Guardiola'nın.
"Takımı hiç değiştirmesin, zaten takım ölü haliyle dahi Avrupa'da yarı final oynar" diyenler, daha ilk sezonunda haklı çıktı aslında. Ama yarı finalde öyle bir hüsrana uğradı ki, bu hezimet Guardiola'nın kariyerine de büyük bir eksi olarak çoktan işlendi bile. Bir önceki sezon Heynckes ile Barcelona'yı toplamda 7-0 ile silip süpüren Bawyera temsilcisi, bu defa bir diğer İspanyol Real Madrid karşısında resmen dağıldı ve gol bile atamadan 5-0'la havlu attı. Hatta Pep ile Bayern bir ara ipleri koparma noktasına dahi geldiler ama Bundesliga Şampiyonluğu ve Almanya Kupası şampiyonlukları Guardiola ve Bayern için adeta teselli oldu.
Bu sezon bu defa da "Takım gittikçe İspanyollaşıyor" diye eleştirilerin yapıldığı bir ortamda takımı daha iyi tanıyan diri bir Pep var ve bu kez, ipler daha çok onun kontrolü altında. Xabi Alonso, Bernat ve Benatia transferleri de tam anlamıyla nokta atışları ve takıma büyük değer ve rotasyon gücü kattılar. Mario Götze, kariyeri açısından muhteşem geçen Dünya Kupası sonrasında Ribery ve Robben'in alternatifi olarak değil artık tamamen ilk 11 oyuncusu ve beklentilerin üzerinde oldukça da golcü bir kimlikte. Takımın skorer gücü belki geçtiğimiz sezona nazaran biraz daha aşağıda kalacak ve buna bağlı olarak oynattığı futbol da ayrı bir eleştiriye tabi olacak ama kazanma alışkanlıkları hala üst seviyede ve artık çok daha az gol yiyorlar. Mandzukic'in yerine alınan Lewandowski daha yeni yeni takıma alışırken, başta Ribery, Schweinsteiger ve Robben'in müzmin sakatlıkları takımın skor üretememesinde baş etken oldu. Ama yiğidi öldür de hakkını yeme misali, Allianz Arena'da bir Manchester City maçı oynadılar ki inanılmazdı. Maça ilk 11'de Ribery, Robben, Schweinsteiger, Martinez, Badstuber, Thiago gibi yıldızlarından yoksun başlayan ve karşısında Dzeko, Aguero, Silva, Navas, Nasri, Yaya Toure gibi her an herşeyi yapabilecek kapasitede büyük yıldızları kadrosunda bulunduran City karşısında Pep, tam anlamıyla bir taktik savaşı verdi. Maç içerisinde neredeyse her 10 dakikada bir saha içi taktik dizilişini değiştiren deneyimli hoca, kendisinden beklenilen taktik dehasını 90.dakikada da olsa sahaya yansıttı ve maçı 1-0 kazanmayı da başardı. Sakın ola ki son dakika golüne şans demeyin çünkü o maçta Bayern adeta farkı kaçırdı...
Kim ne derse desin ben Guardiola'nın hala taktik anlamında dünyanın en iyisi olduğunu düşünüyorum. Sonuçta Bundesliga ve Bayern'i seçerken asla içinde şüphe yoktu. Macera aramaya gelmemişti ve bu takımı isteyerek ve gönülden çalıştırıyordu. Hatta en ufak başarısızlıkta dahi, "Eğer yönetim isterse beni gönderebilir" resti çekecek kadar da mütevazi sahibiydi. 1 yıl içinde Philipp Lahm ve David Alaba'nın üzerinde yaptığı saha içi taktiksel dokunuşlar onu çok özel ve ayrıcalıklı yaptı. Barcelona'daki gibi saha kenarındaki duruşu, kendine has karizması hiç değişmedi Münih'te de. Giydiği kıyafetler, saç ve sakal tercihleri, jest ve mimikleri onu hep meslektaşlarından ayrı bir kategoriye soktu. (Laf aramızda bu sezon kırmızı renkler ona daha bir yakışmış) Farklı ülke, farklı futbolcular ve farklı dil karşısında kendini çok çabuk geliştirdi. Futbolculara yaklaşımı, onlarla yaşadığı samimi diyalog ve içindeki hırsla beraber makina gibi işleyen takımını yine bu sezon en yukarılara taşıyacaktır. Son 5 yılda 3 kez final oynayan ve bir kez kupayı kaldırdıkları Şampiyonlar Ligi'nde başarıya alışan bir takımı da çalıştırmak gerçekten zor. Düşünsenize, yarı final dahi başta Rummenigge ve Beckenbauer olmak üzere hiçbir Almanı çoğu zaman kesmiyor ve ya final istiyorlar ya da kupayı.
Guardiola'nın yükü bu sezon, geçen sezona oranla daha ağır. Bitmez tükenmez sakat futbolcuları bir an önce iyileşir ve takım eski kimyasına bürünürse, sikletindeki en büyük rakipleri Real Madrid, Barcelona ve Chelsea'yi geçip tekrar Avrupa'nın en büyüğü olacaklarından hiç şüphem yok.