Futbol sadece erkeklerin oynadığı bir spor olmamalıydı. Topuklu ayakkabı sahipleri de krampon giymeli ve bunu da başarılı bir şekilde uygulamaları gerekiyordu. Kadınlar, hayatın neredeyse tüm alanlarında olduğu gibi sonunda futbola da el attılar ve aralarından Messi, Ronaldo gibi birisi ortaya çıktı : Alex Morgan...
2 Temmuz 1989 Kaliforniya doğumlu Amerikalı futbolcu hemcinslerinden oldukça farklı ve dikkat çekici. Güzelliği, fiziği, futbol yeteneği gibi tüm bu hünerlerine genç yaşta sahip olan Amerikalı, tüm dünyanın da gözdesi olmuş durumda. Makyajlı yüzleri, ojeli tırnakları ve kaslı vücutları ile artık onlar da futbolun içinde ve artık onları da konuşmalı, yaptıkları özverili çalışmalara karşı duyarlı olarak daha fazla gündeme getirmeliyiz diye böyle bir yazı paylaşmaya karar verdim...
2007 - 2010 yılları arasında Berkeley'deki Kaliforniya Üniversitesi'de kolej futbolu oynayan Morgan, 2009 yılında fark edildi ve henüz 20 yaşında ABD Milli Takımına seçilerek bu alanda en genç oyuncu ünvanını aldı. Mevkii olarak forvet pozisyonunda oynuyordu. 2010 yılının Mart ayında Meksika ile oynadıkları maçta Milli Takım kariyerindeki ilk golüne imza atan başarılı futbolcu 2011 Dünya Kupası'nda da boy gösterdi. Almanya'da düzenlenen bu kupada ülkesi ile finalde Japonya'ya penaltı atışları sonucu kaybederlerken kazandıkları 2.lik başarısında önemli sayılacak bir başarı göstermiş, henüz 22 yaşında kendisini resmen dünyaya tanıtmıştı. Yarı final maçında Fransa karşısında kazandıkları 3-1'lik galibiyette kritik bir gol atarken final maçında uzatmaya giden maçta da 1 gol atmıştı.
Takiben 2012 Yaz Olimpiyatları'nda ise ülkesi ABD ile altın madalya sevincini yaşadı. Londra'da gerçekleştirilen Olimpiyat Oyunları'nda finalde yine Japonya ile karşılaşmışlar ve bir olimpiyat rekoruna sahne olan maçı Wembley Stadı'nda 80.300 kişi izlemiş, kazanan ise Morgan ve arkadaşları olmuştu. Bu galibiyetle bir bakıma bir önceki Dünya Kupası finalinin de intikamı alınmış oldu.
Alex Morgan, isim olarak da akılda kalan bir yapıya sahip. Gerçekte sıkı bir Barcelona taraftarı olarak biliniyor. Yeteneklerini güzelliğiyle birleştiren genç futbolcu, bir ara 2012 yılında Sports Illustrated Swimsuit Issue dergisine verdiği üzeri boyalı fotoğraflarla da büyük bir ses getirmiş, erkek hayranlarının da gözdesi haline gelmiş ve farkındalık anlamında da tüm dünyanın ilgisini çekmişti.
Alex Morgan'ın bilinen lakabı ise "Baby Horse" yani "Bebek At"...
2012 yılında ABD'de yılın futbolcusu ödülüne de sahip olan Alex Morgan, aktif futbolculuk kariyerinde şu an ülkesindeki Portland Torns FC takımında devam ediyor. ABD Milli Takımı ile an itibariyle 77 maça çıkan güzel futbolcu 49 gol atma başarısı göstererek bu alanda da rakipsiz ve TEK olduğunu gösterdi. Bu rakamlara ve başarılara henüz 25 yaşında ulaşan Morgan'ın eğer yolu Avrupa'dan geçerse kesinlikle şöhreti ve popülaritesi en üst noktaya ulaşacak ve tüm dünyanın aynı anda takip edeceği gerçek bir dünya yıldızı olacaktır.
Alex Morgan'ın şimdiki hedefi ise 2015 yılında Kanada'da düzenlenecek olan FIFA Kadınlar Dünya Kupası. Bu kupayı da kazanması sanırım artık onun bir efsane olmasına yetecek. Bunu ilerleyen zamanlarda göreceğiz ama siz siz olun futbolu çirkinleştirmeyip güzelleştiren bu değerleri takip edin derim. Erkek futbolunda hele de ülke olarak geldiğimiz nokta belli. O halde hepimiz Alex Morgan'ız diyerek son noktayı koyalım :)
Takımın üzerindeki ölü toprağın atılması için Kazakistan gibi bir takımla hem de taraftarımız önünde karşılaşmak başta Fatih Terim için ve futbolcuların kendine güveni için + taraftarların da taşan sabrını bir an olsun dizginlemek adına büyük bir şanstı. Kazanacağımızdan kimsenin kuşkusu dahi yoktu ama iyi futbol, istekli futbol bekleniyordu 'Milli ruh' adına... Gruptaki diğer rakiplerimizden Hollanda'nın da bizim gibi 3 maçta aldığı 1 puandan sonra reaksiyon gösterme adına sahasında Letonya engelini 6-0'la aştığını gördüğümüzde açıkçası bizim de buna benzer alacağımız farklı bir galibiyetle moral seviyelerini zirveye çekeceklerini düşünmüştüm...
Maçın başlamasına az bir zaman kala gördüğüm seyircinin en az 30.000 olduğunu ve Milli takımın bu denli kötü olduğu bir ortamda gelen bu kadar taraftar sayısının beni oldukça şaşırttığını da eklemeliyim. Kötü günde dahi gelen onbinlerin istediği tek şey ise atak futbol, istekli futbol ve skor tabelasında farklı bir skor. Belki de en önemlisi 2002 ruhu, 2008 ruhu...
Maç öncesinde tam da bizim önümüzde Volkan Demirel ile kale arkası tribün arasında yaşanan küfürleşme ile beraber, Volkan'ın taraftarlara yaptığı 'sus' işareti ve ardından eldivenlerini çıkartıp, kaleci antrenörünün ikazlarına rağmen yaptığı değişiklik işareti ile maçta oynamayacağının haberini verdi. Küfür, ülkedeki her futbol severin karşı çıktığı ama kulüp bazında kimin sahasında oynanıyorsa diğer rakibin futbolcularına yaptığı alışageldiğimiz kötü bir manzara. Ne var ki, sahaya ısınmak için çıktığı ilk dakikadan itibaren gelecek eleştirilere karşı kulağını tıkamak ve 'neden sadece ben?', 'neden sadece bana küfrediyorlar?' tarzı bir özeleştiri ile Volkan gibi 34'üne gelmiş profesyonelliğin zirvesindeki bir kaleciye bu 'talihsiz vesika' yakışmadı. Hele ki, geçmişinde küfür konusunda kendisinin de bizzat acı tecrübeleri olmasına rağmen... Maç boyunca Burak Yılmaz'a da nahoş kelimeler kullanılıyor ama profesyonellik işte tüm bunları göze almaktır, kulağını tıkamak ve arkana bakmamayı öğretir futbolculara...
Herkes benim gibi düşünmeyecektir, saygım var ama ısınma turlarını dahi tam da kale arkası tribünün önünde yapan, ilk çıktığı dakikadan itibaren herkesin görüp, "az sonra kesin tribünle münakaşa yaşayacak" diye düşündüğü bir kalecinin bence artık Milli Takım kariyeri bitmiştir. Bu başta kendisi için de Milli Takım için de daha yararlı olacaktır. Volkan Demirel'in artık birçok alternatifi var ve belki de tarihimizde bu kadar zengin kaleci bolluğunun olduğu dönemde Volkan'ın artık Milli formayı giymemesi tüm kamuoyunun lehine olacaktır...
Sahaya çıkan 11, rakip Kazakistan olunca baya bir ofansif bir dizilişteydi. Terim, belli ki erken gollerle rakibin gardını düşürüp maçı garantilemek istiyordu. Burak Yılmaz, yine inanılmaz golleri kaçıracak, Umut Bulut her zamanki gibi arı gibi çalışıp rakip defansı presle boğacaktı. Maç başladı ve ilk 20 dakikada gördük ki, geçmiş maçlarda yaşananlar bir bir bir gerçekleşmeye başladı. Üretkenlik yok, rakibi abluka altına almak yok. Nasılsa kazanırız havasında geçen ilk 20 dakikanın ardından kazanılan penaltı atışından gelen gol ve hemen ardından Burak Yılmaz'ın kendisinin ve takımının ikinci golünü attığında dahi Kazaklar, yarı sahalarında hapsolmuş durumda, "nasıl daha az gol yeriz" havasında sahalarından çıkmak istemiyorlardı. Biz ise 2.viteste normal seyrimizi devam ettiriyorduk...
Kazakları eleştiremeyiz, onların cürümü bu kadardı sonuçta. Biz ise sonuç odaklı oynuyorduk. Tek hedefimiz, bu maçı kazanmaktı. Kazaklar, ilk kez 44'te kalemize gelme cesaretini gösterdiler ve ilk şutları da bu dakikada geldi. Aslında ilk yarı tam da istediğimiz gibi sonuçlanmış, soyunma odasına "artık tamam" havasında girmiştik. En önemlisi rakibe de bunu kabullendirmiştik.
Hollanda gibi ikinci yarıda vitesi artıracağımızı düşünmekle beraber, diğer yandan da yıllar yılı bitmeyen hastalığımız olan 'geriye çekilme', 'rölanti futbol' gibi sonunda her zaman üzüldüğümüz, maç bitsin diye dua ettiğimiz kahır dakikaları başladı. Takım anlamsızca sanki karşısında Hollanda varmışcasına kapanmaya, geri çekilmeye zorlandı. Kazaklar güçleri ölçüsünde kalemize gelmeye başladılar. Sağlı sollu bindirmelerle pozisyon bulmaya çalıştılar. böylesine bir rakip karşısında sahamızda hem de 2-0'ı bulmuşken yaşadığımız acziyet için yazacak bir kelime bulamıyorum : UTANÇ VERİCİ...
Belki Kazaklar, gollük pozisyonlar bulamıyordu ama ikinci yarının ilk 15 dakikalık bölümünde bizi neredeyse sahamıza hapsetmişti. Fatih Terim ayarında bir teknik adamın bu duruma seyirci kalmamasını ve oyuncu değişikliğine gitmesini bekledik dakikalarca. Futbolcuların neredeyse tamamı 'uyku modunda' oynamaya devam ediyor, sol kanadımızda kulüplerinde gayet iyi futbol oynadıklarına aşina olduğumuz Caner - Olcay kanadı bir türlü işleyemiyordu. Arda Turan, zor dakikalarda topu çok iyi saklıyor, akıllıca faul aldırtıyor ama yine futbolu tatmin edilebilir düzeyde olmuyordu. Genç Ozan Tufan yine sağlam oynuyor, Serdar Aziz - Semih Kaya ikilisi ise en rahat maçlarından birinde mücadele ediyordu...
Dakikalar 70'i gösterdiğinde stat hoparlöründen gelen seyirci sayısının 27.549 olduğu söylenince tahminimin tuttuğunu gördüm. Ne var ki, seyirci asla tatmin olmuyordu, olamazdı da. Fatih Terim, ilk değişikliğini taa 74'te hem de Umut Bulut - Mehmet Topal ile yapınca vaziyetimiz daha bir su yüzüne çıkıyordu : "Skoru koru ve maçı bitir"... Bu arada 71.dakikadaki 2 dakika süren "Yeterrrr, Yıldırım Demirören yeteeerrr" tezahüratı da yine dikkat çekti.
Selçuk İnan - Frikik... Gol mü değil mi?
İlk yarıda 3 korner bulduğumuz maçta, ikinci yarıda 3.golü bulduğumuz pozisyon öncesi kazandığımız tek korner ile 3.golü bulduğumuzda dakikalar 83'ü gösteriyordu. Bu şans golü ile beraber nihayet tabelada istenilen farklı galibiyet imajını hafiften gösteriyorduk. Caner Erkin'in adam akıllı ilk defa soldan bindirmesini golden 1 dakika öncesinde (82'de) Olcay'ın onu görmediği pozisyonda gördük. Ne var ki, ikinci yarıda attığı 6 kornerle kalemizi bunaltan + Volkan Babacan'ın % 100 2 tane gollük pozisyonu kurtarması dahi, Kazakların bir gol atmasının futbolun hala adil olduğunu gösterir nitelikteydi. Penaltıdan yediğimiz golü Kazaklar kesinlikle hak etmişti. Durağan oynayan, üretkenlikten uzak Milli takımımızın gol yemesini şahsen çok yadırgadım, bize yakışmadı. Acaba oynadığımız bu etkisiz ve nahoş futbol karşısında karşımızda İzlanda olsa ne olurdu, düşünmek dahi istemiyorum...
Sikletimiz olmayan Kazakistan karşısında dahi rakibin gördüğü tek sarı karta karşılık gördüğümüz 3 sarı kart ile dahi nasıl bir anlayışla futbol oynadığımızın temel bir göstergesiydi. Kaldı ki Arda Turan'ın gördüğü sarı kart sonrası cezalı olması da en fazla Fatih Terim'in planlarını alt üst etti...
Tek kazanılan 3 puandı, gerisi teferruat. Ölü toprak şimdilik atıldı ama Mart ayında Hollanda deplasmanı ile başlanacak olan zorlu süreç öncesi hiçbir ışık görülmedi, hissedilmedi...
Evet A Milli Takımımız tamamen dibe vurmuş haldeydi. İzlanda'ya kaybettik, Çek Cumhuriyeti karşısında aciz kaldık, Letonya gibi sikletimiz olmayan bir ülke karşısında dahi kazanamadık. Bir futbol ülkesi olamayışımızın olağan sonuçlarıydı bunlar. 'A Milli Takım taraftarlığı' diye bir olgu var ki, biz bu terime de fazlasıyla yabancıydık. Fanatik derecede kulüp taraftarlığımızın sonucu olarak, diğer kulüp taraftarlarına olan hıncımızı öfkemizi A Milli maçın oynanacağı stadın kapısından içeri soktuğumuz için sahadaki futbolculara da o desteği, hissi, güveni veremedik. Topyekün Milli olamadık, koro halinde aynı besteleri mırıldanamadık. Sahadaki futbolcularımız da 'Milli ruh' denen olmazsa olmaz zırhlarını bir türlü giyemediler. Kulüp bazındaki iç çekişmelerimizin birebir Milli Takıma yansımalarıydı tüm yaşananlar. Türk Futbolundaki derin çatlakların sayısı o kadar fazlaydı ki bir yerde o çatlaklardan sızan suların zamanla tüm kulüpleri ve Milli takımın içine kadar sirayet etmesi inanın kimse için şaşırtıcı olmadı.
Chelsea'li Oscar'la G.Saray'lı Selçuk İnan'ın yıllık aldığı ücretlerin aynı olduğu adaletsiz ortamda tek suçlu Fatih Terim'de değildi elbette. 2 sene önce Dünya Kupası grup eleme maçlarında da benzer bir senaryo ile 6 maçta topladığı 7 puanın ardından "artık Dünya Kupası imkansız" diye gönderilen Abdullah Avcı sonrasında görevi alan ve grubun son maçında güçlü Hollanda'yı yenebilseydi baraj maçı oynayacak olan takımın başında Terim yok muydu? Bu ülke Guus Hiddink gibi uluslararası bir markayı da gördü, peki ne değişti, başarılı olabildi mi?
Tüm bu olumsuz şartlarda Kazakistan maçına gitmeye karar verdim. Herkesin demokratik bir hakkı var, kimse kimseyi sevmek zorunda değil. Hatta Milli Takımı da desteklemek zorunda olmayabilirsiniz ama Milli Takım kaybetsin diye de beklemenin hoş olmadığı kanaatindeyim. Evet bunun bilincinde olarak en kötü gününde A Milli Takımın yanında olmak istedim. Evet taraftar iyi olanı alkışlar, kötü olanı da eleştirir, yuhalar ama konu 'Milli' olunca başta siyaset alanında herkes kadar milliyetçi olan safta yer alan biri olarak bunu futbolda da göstermek adına Milli formamı giyip destek olmak için orada olacaktım. Hem her şeyden önce takımın üzerine serpiştirilen ölü toprağı üstümüzden kaldırma maçıydı bu maç...
Özgüveni kaybolan Semih Kaya'ya destek olmak için gidecektim.
Selçuk İnan'ın G.Saray'a geldiği ilk yıllardaki şaşalı futbolunu tüm kamuoyuna hatırlatmak ister diye tribünde yerimi alacaktım.
Atletico Madrid'deki futbolunun yarısını dahi Milli Takıma veremeyen Arda Turan'ın sorumluluk alıp takımını uçuracağını beklediğim için Arena'ya gidecektim.
Gökhan Töre'nin şahsı adına çıkan onca olumsuz haberden sonra hırs yapıp, kariyerindeki en iyi A Milli maçını oynayacağını hayal ettiğim için bu anı canlı izlemek adına orada olacaktım.
Caner'in Gökhan Gönül'ün sağlı sollu bindirmelerine şahit olmak için, Mevlüt Erdinç'in "artık benim zamanım geldi" cümlesinin sahaya yansımasını izlemek için 12.adam olarak bende galibiyetin bir parçası olmak adına bu ana tanıklık etmek istedim.
19 yaşındaki genç yetenek Ozan Tufan'ın enerjisini bir de canlı izlemek ayrı bir keyif olacaktı şüphesiz.
Belki de en önemlisi özellikle Brezilya hezimetinden sonra konu A Milli Takım olunca yine de desteğini çekmeyen iyi günde de kötü günde de takımın yanında olan insanlarla aynı havayı koklamak için gidecektim. Asla ve asla rakibimiz dahi olmayacak Kazakistan'ı belki farklı yenecektik ama bundan sonrası için, güzel yarınları düşleme ve planlama adına bu galibiyete çok ihtiyacımız var. Evet ben Türk Telekom Arena'da olacağım ve maç sonu yazımı da gene buradan paylaşacağım...