25 Aralık 2015 Cuma

Michael Jordan'ın "En iyi kim?" cevabı

Çoğunluğa göre gelmiş geçmiş en iyi basketbolcu kabul edilir Michael Jordan. Bir nesle basketbolu sevdiren, sayısız rekorlar kıran, 6 yüzükle inanılmaz başarılar yakalayan ve kariyeri buradaki satırlara asla sığmayacak olan efsane Jordan'a "tüm zamanların en iyi basketbolcusu sizce kim?" diye sormuşlar ve bakalım nasıl bir cevap vermiş. Cevabı aşağıdaki videoda ve altındaki Türkçe çevirisinde...


- İnsanlar bunu hep tartışır : "Tüm zamanların en iyi oyuncusu kimdir?"

- Aptalca bir soru...

- Soru şöyle olmalı : "Tüm zamanların en iyi TAKIMI hangisi?"

- O kadar çok takım adayı var ki.

- 1991 Chicago Bulls (Eliyle serçe parmağından başlar)

- 1992 Chicago Bulls

- 1993 Chicago Bulls yani üstüste 3 kez.

- 1997 Chicago Bulls, hem de gripli halimle.

- 1998 Chicago Bulls çekilmek yok.

- ve favorim : 1996 Chicago Bulls. 72 galibiyet, bunu geçmeniz biraz zor canım.

- Buyur?

- Sence birisi daha mı var?

- İspatla! (Prove It...)

.........................................

Buraya kadar herşey normal ve gerçekçi ama videonun yaklaşık 2,5 yıl öncesi bir görüntüden ibaret olduğunu ve o zamandan bu yana basketbolda, NBA'de bazı dengelerin değiştiğini de düşünürsek TAKIM bazında 1996 Bulls'u geçebilecek tek takımın (galibiyet sayısına ek olarak bir de NBA şampiyonu olurlarsa) Curry'in lokomotifi olduğu Golden State olduğunu söyleyebiliriz. Bu yazı kaleme alındığında halihazırda 27-1'lik bir seri tutturan Warriors'un 82 maçlık normal sezon sonunda 74-8'lik bir seriye ulaşacağını tahmin ediyorum. NBA Şampiyonluğunda ise yine onları favori görüyorum.

Zaman, bu konuda en büyük anahtarımız olacak. Bekleyip göreceğiz...

...........................................


MERAKLISINA ... 1995 - 1996 CHİCAGO BULLS

O sezon Chicago Bulls, Kasım ayını 12-2, Aralık ayını 13-1'lik seri ile geçtikten sonra 1996'nın Ocak ayını 14-0'la geçerek rakiplerini silindir gibi ezdi. Şubat ayı 11-3 ile en fazla mağlubiyet aldığı ay olurken, Mart ayında 12-2'lik bir seri tutturdu. Nisan ayına kadar sahasında oynadığı 36 maçı da kazanan Jordan ve arkadaşları normal sezonun bitmesine az bir zamanın kaldığı bu ayda sahasında 2 kez yenilgiye uğradı (Charlotte - İndiana ve ikisi de tek sayıyla) ve Nisan ayını 10-2'lik seri ile bitirdi. Yani normal sezonda 72-10'luk anormal ama o takım için normal sayılabilecek üstün bir başarı...

Play off ilk turunda karşılarına gelen Miami Heat karşısında zorlanmadan 3-0'la geçerek konferans yarı finalinde NewYork City ile eşleştiler. Rakibine sadece serinin üçüncü maçındaki Madison Square Garden'da uzatmalarda boyun eğen Bulls (Jordan o sezonki playoff sayı rekoruna bu maçta ulaşmıştı - 46), 4-1'lik sonuçla Doğu Konferansı Finaline kaldı.

Konferans finalinde Orlando Magic'i 4-0'la silip süpürdüler ve NBA Finalinde Seattle Supersonics ile karşı karşıya geldiler. İlk 3 maçı rahat kazanan Chicago, 4 ve 5. maçlarda üstüste iki yenilgi alsa da sahasında oynadığı serinin 6.maçını rahat kazanınca şampiyon oldu. Playofflarda Bulls'un oynadığı 18 maçta da maçların en skorer ismi olan Michael Jordan herşeyiyle sezon MVP'i ve PlayOff MVP'si olmayı hak etmişti. Playofflarda yakaladığı 31,67'lik sayı ortalamasına ise günümüzde ulaşabilecek bir basketbolcu var mı? zor gibi...

CHİCAGO BULLS 1995 - 1996 KADROSU...

Michael Jordan, Scottie Pippen, Ron Harper, Dennis Rodman, Luc Longley, Toni Kukoc, Steve Kerr, Randy Brown, Bill Wennington...

21 Aralık 2015 Pazartesi

En ünlü Bosman transferleri

Bosman kuralını bilmeyeniniz yoktur sanırım. Hani şu futbolcunun sözleşmesinin bitmesine 6 ay kala istediği kulüple görüşüp anlaşması ve sözleşmesinin sonunda bedavaya (sıfır bonservis) transfer olması. İlk olarak 1990'da Belçikalı futbolcu Jean Marc Bosman'ın başka bir takıma gitmek istemesi ama bu konuda bonservis sorununun büyük bir engel olarak durması ile ilgili konu yargıya kadar taşınmış ve 5 sene süren hukuk mücadelesi kazanıldıktan sonra Avrupa Futbolunda milat olacak bu karar, Avrupa Adalet Divanı tarafından alınmıştır (Aralık 1995)

1995 yılından bu yana Bosman kuralı ile yüzlerce transfer yapıldı ama bazıları çok daha büyük ses getirdi. Gelin onları hep beraber hatırlayalım. Bu arada eksikler varsa lütfen hatırlatın, listeye dahil ederiz :)

Robert Lewandowski

Bosman kuralı transferlerinin kuşkusuz en büyüklerinden birisidir Dortmund'lu Lewandowski'nin ezeli rakibi Bayern Münih'e bedava gitmesi. Jurgen Klopp ile beraber Dortmund'da 187 maçta 103 gol atacaksın, 2 Bundesliga, bir Almanya Kupası şampiyonluğu yaşayacaksın ve bir de Şampiyonlar Ligi Finali oynayacaksın, sonra hiçbir şey olmamış gibi Bayern Münih'e bonservis ödenilmeden transfer olacaksın. Hem de dünyanın sayılı 5 golcüsünden biriyken. Bayern bir önceki sezon Dortmund'dan bir de Mario Götze'yi serbest kalma bedelini ödemek şartıyla transfer edince iki kulüp arasında gerginlik başlamış ve nihayetinde bir daha iki taraf arasında transfer yapılmayacağı açıklanmıştı. Kuşkusuz Bayern, Lewa'yı şu an satmaya kalksa kasasına en az 50 milyonu koyar...

Sol Campbell

Tottenham formasıyla dikkat çeken, 1998 Dünya Kupası ve 2000 Avrupa Şampiyonası'nda İngiltere Milli Takımı ile de boy gösteren Sol Campbell, Londra'nın kuzeyinde hem de Tottenham'lıların bir gram dahi sevmediği Arsenal'e bedavaya giderken kimse tahmin edemezdi onun ilk 3 yılında 2 kez Premier Lig Şampiyonluğu yaşayacağını. Gunners'ın 2003 efsane namağlup şampiyonluğunda inanılmaz bir performans gösteren Campbell, devrinin en iyi stoperlerinden biriydi kuşkusuz...

Michael Ballack

Almanya'daki her sivrilen yıldızı ağına yakalayıp bir şekilde alan Bayern Münih, Leverkusen'de performansının doruğuna çıkan ve hatta takımı ile 2002'de Real Madrid ile Şampiyonlar Ligi Finali dahi oynayan Ballack ile 1 sene öncesinden 12,9 milyon euro karşılığında anlaştı. Bawyera ekibinde 4 sezon top oynadı ve sözleşmesinin bitiminde (bonservisi elinde) birçok büyük kulübün yarıştığı bir ortamda Mourinho'nun Chelsea'sini seçti ve 4 yıl Ada'da boy gösterdi. 1 Premier Lig, 3 FA Cup ve bir kez de Lig Kupası'nı kazandı. Hem Almanya Milli takımında hem de oynadığı kulüplerde gösterdiği performanslarla oyunu iki yönlü oynayabilen en iyi futbolculardan biri oldu.

Steve McManaman

Liverpool altyapısında başlayan kariyerinde 27 yaşına geldiğinde sözleşmesi sona ermiş ve artık yeni bir yolculuğa yelken açmanın zamanı gelmişti. Aynı zamanda 2 Şampiyonlar Ligi Şampiyonluğu yaşayan ilk İngiliz futbolcu ünvanını da Bosman kuralı ile 1999 yılında geldiği Real Madrid ile kazanacak olan McManaman özellikle ortasahanın sağında hızıyla çok etkiliydi. Roberto Carlos, Figo, Raul, Morientes, Zidane, Guti, Brezilyalı Ronaldo, gibi yıldızlarla 2 sezon La Liga Şampiyonluğu da yaşayan Liverpool'un çocuğu, kendi ülkesinde göremediği tüm büyük başarıları Galacticos ile elde etti.

David Beckham

Manchester Unıted'da Eric Cantona'dan sonra efsane 7 numaranın sahibi olan David Beckham'ın ünü tüm dünyada eserken o, Ada'dan dünyanın belki de en prestijli takımının formasını giymek için Madrid'e uçtu (McManaman'dan farkı bonservis bedel ile gelmesiydi). Öyle bir kapı araladı ki, kendisinden sonra takımlarıyla özdeşmiş olmalarına rağmen Nistelrooy, Owen, Henry, Gudjohnsen, Modric gibi yıldızlarda La Liga'nın yolunu tuttular. Real Madrid'e 2003 yılında gelen ve hem imajıyla hem de futbolu ile gönülleri fetheden Beckham yaşı 32'ye geldiğinde Madrid kariyerini sonlandırma kararı aldı ve yeni sözleşme tekliflerine aldırmadan, henüz Avrupa'da hala büyük bir takımda oynama enerjisi olmasına rağmen şok bir kararla ABD'nin Los Angeles Galaxy takımının yolunu tuttu. Bu inanılmaz bir karardı ama her konuda ilk olmayı seven Beckham'ın ABD kararından sonra bu ülkenin kapısından onlarca yıldız daha girdi. Henry, Robbie Keane, Nesta, Lampard, Gerrard, Drogba, Pirlo sadece bazıları...

Andrea Pirlo

Başbakan lakaplı maestro, günümüz futbolunun şüphesiz dahilerinden biri. İnter'den Milan'a uzanan kariyer yolculuğunda Milan ile her başarıyı yakalayıp efsane statüsüne erişen Pirlo, İnter'deki ofansif futbolcu kimliğinden evrim geçirerek zamanla çift yönlü ortasaha profiline erişti. Şüphesiz bu evriminin mucidi de Carlo Ancelotti'dir. Onunla Milan'da yeni bir oyun görüşüne kavuşan Pirlo kısa zamanda oynadığı mütevazi ve akıl dolu futbolu ile tüm futbolseverlerin beğenisini ve saygısını kazandı. 10 sezon oynadığı Milan'da çöküş başlayınca yöneticiler onu ikna edemedi ve 2011 yılında 32 yaşındayken sözleşme yenilemeden bir diğer İtalyan büyüğü Juventus ile anlaştı ve burada da deyim yerindeyse Serie A'ya damga vurdu ve sayısız kupa kazandı. Kariyerinin sonunda ise 36 yaşında ABD'nin yolunu tuttu.

15 Aralık 2015 Salı

3 büyüklerin kısa tarifi...

3 büyükler olarak lanse edilen Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş'ın son yıllardaki görüntülerinin kelimelere dönüşmüş hallerini çok güzel özetleyen bu yazıyı görünce hemen sizlerle paylaşayım istedim. 3 büyüklerin saha içi karakteristik özelliklerinin bu denli basit sözlerle direkt olarak insanlara aktarılması takdire şayan ve alkışı hakediyor.


Tariflerin esprili olması ise işin daha özel tarafı. Kimse yanlış anlamasın, maksat biraz gülmek :)

Siz katılır mısınız bilmem. Yorum sizlerin...




10 Aralık 2015 Perşembe

Şampiyonlar Ligi golcüleri

Prestij, önem, marka değeri ve takip edilebilirlik düzeyinde dünyanın en büyük futbol organizasyonları sıralamasında belki de adını en üst sıraya yazabileceğimiz Şampiyonlar Ligi'nde (1992'den bu yana) kimler geldi, kimler geçti... Uzun yıllar en çok gol atan futbolcular listesinde adı hep en üst sırada yer alan Raul Gonzalez'in çoktan hükümdarlığı sona ermiş, futbolun iki prensi Ronaldo ve Messi tahtın yeni varisleri olmuş ve rakipleri ile olan arayı da bir daha kapatılmamak şartıyla sonuna kadar açmışlardı. Bu ara kapanmaz diyorum çünkü hem gelen yeni nesil genç futbolcular hem de listede arkalarından gelenlerin bu sayıları görme şansları hiç mi hiç yok.



Afaki bir tahminle Ronaldo ve Messi'nin toplamda değil 100'ü, 130'lara kadar rahatça ulaşacaklarını öngörmek oldukça sığ bir tahmin olsa gerek. Zira ikisinin de bir sezonda rahatlıkla 15 golü atacak potansiyellerini göz önüne aldığımızda + Ronaldo'nun en az 4, Messi'nin de en az 6 sezon daha üst düzey futbol oynayacaklarını düşündüğümüzde rekorların bir daha asla kırılamayacak düzeye geleceğini görebiliyoruz. Hal böyleyken, yani ilk 2 sıranın yerlerinin belli olduğu bu alanda, önümüzdeki 5-6 yıl içinde yani Ronaldo ve Messi'nin aktif futbolculuk hayatlarının bitme noktasına geldiği anlarda kimlerin listede onların ardından geleceklerini tahmin etmek de çok zor olmayacaktır.

İlk 10 listede yer alan ve aktif futbolculuk kariyerleri çoktan biten Nistelrooy, Henry, Shevchenko, İnzaghi ve Avrupa'ya gelmesi zor olan, gelse de bu saatten sonra gol atması sürpriz olan Drogba'nın 3-4 yıl içerisinde ilk 10'un dışında kalma riskleri ihtimaller dahilinde. Sadece Raul'un 71 gol ile ilk 10'un dışında kalması imkansıza yakın görünüyor. Peki bu isimlerin yerlerine TOP 10'a kimler girebilir? İşte cevapları...


İlk olarak bu listede yer almak için üst düzey yeteneklerinizin olmasının yanısıra her sene Şampiyonlar Ligi'ne katılan ve en az çeyrek final - yarı final oynayabilen bir takımda olmanız gerekiyor. Düz mantıkla ne kadar çok maç - o kadar gol demektir. Bu kıstaslara 'cuk' diye oturan 3 tane takım var : Real Madrid - Bayern Münih ve Barcelona... Bu bağlamda TOP 10 listesine girmesi an meselesi olan ve potansiyelleri göz önüne bulundurulduğunda en az Ronaldo - Messi kadar efektif olan Thomas Müller (33 gol) ve Robert Lewandowski'nin (30 gol) en sağlam adaylar arasında olduklarını görüyoruz. Basit bir tahminle iki futbolcu da 30 yaşlarına geldiklerinde (3-4 sene sonra) gol sayılarını 45-55 aralığında bir seviyeye çekmeleri olası. Diğer yandan Karim Benzema'nın bu denli üst sıralarda olmasını sağlayan Galacticos kariyerinin devam etmesi durumunda en geç 2 sezon içinde yani 30 yaşına geldiğinde bir diğer Real Madrid'li Raul'un ardından 4. sıraya gelmesi aşikar olacak. Messi ve Ronaldo ile beraber son 10 yılın en değerli 3. oyuncusu olan, fakat kariyerinde bir kez olsun Şampiyonlar Ligi yüzüğü takamayan Zlatan İbrahimovic ise kariyerinin sonunda maksimum 50-55 gol aralığında kalabilir ki, 3-4 sezon geçse de bu rakam kendisinin TOP 10 listesinin içerisinde kalmasına yetecektir...

Şampiyonlar Ligi'nin en çok gol atan futbolcuları listesinde henüz esamesi fazla okunmasa da; Neymar'ın da henüz 24 yaşında olması ve Barcelona'dan hiç ayrılmayacağı gerçeğiyle sezon başına atacağı minimum 10 gol ile şu an 16 olan gol sayısını 100'lerin üzerine çıkartıp Ronaldo ve Messi'nin ardından Thomas Müller ile beraber 3. ve 4.lük basamağına çıkacağını da tahmin ediyorum.

Tüm bu olasılıkların üzerine; TOP 10'un ardından gelen golcülerin attıkları güncel  gol sayılarını ve genel anlamda tüm golcülerin kariyerlerinin sonlarına geldiklerinde Şampiyonlar Ligi'nde kaç gol atacaklarını tahmin edip ortaya şöyle bir tablo çıkardım :



Sizin yukarıdaki tablodan farklı tahminleriniz varsa (olmazsa zaten olmaz) yorum köşesine yazabilirsiniz...

23 Kasım 2015 Pazartesi

Terminatör : Djokovic 2015


2015 yılı 'Djokovic yılı' olarak anılacak erkek tenis tarihinde. Dilekolay üstüste 15 final ve 11 şampiyonluk. 3 Grand Slam, 6 Masters 1000 ve birer tane olmak üzere ATP 500 ve Sezon Sonu Finalleri...

88 maç, 82 galibiyet ve yalnızca 6 mağlubiyet. Yenilgilerin sadece 3 tanesini 34'lük Federer karşısında aldığını düşünürsek Djokovic'in önünde kimsenin duramayacağını ve en az 2-3 sezon daha bu seviyede oynayacağını tahmin etmek güç olmasa gerek. Buna benzer bir sezonu 2006 yılında Federer 82-4'lük istatistiklerle elde etmişti.

2015 yılındaki 15 finalinin 7 tanesini Federer ile oynamış ve 4-3'lük bir seri tutturmuş ezeli rakibine. Diğer 8 finalinin 4'ünü ise Murray ile oynadı ve 3-1'lik başarı yakaladı. Zaten kalan 4 finali de kazanarak efsane bir sezon geçirdi.

İşin daha da ilginci (bence kötüsü), Djokovic'i zorlayacak bir neslin hala gelmemesi. Erkeklerde yeni yüzler bir türlü yükselemiyor, sönük kalıyor. Tamam Djoker, en formda olduğu zamanları yaşıyor ama onu zorlayanın sadece Federer olduğunu düşündüğümüzde Nadal'ın, Murray'in, Wawrinka'nın yada bir başkasının ne denli başarısız / etkisiz olduklarını görebiliyoruz. Bu durumda Sırp raketin daha çok şampiyonluk yaşayacağı muhakkak. Senaryonun böyle gelişmesi halinde herkesin soracağı soru da yakın görünüyor :

Tarihin en iyisi Novak Djokovic olabilir mi?

Son söz : 2015'teki 4 Grand Slam'den 3 tanesini kazanan ve 4'te 4 yapma şansını kaçırmasına sebep olan, ayrıca kariyerinde de bir türlü kazanamadığı Roland Garros için, yani Wawrinka karşısında kazanmasına karşılık, elde ettiği şampiyonluklardan kaç tanesini feda ederdi diye düşünesi / sorası geliyor insanın...

18 Kasım 2015 Çarşamba

İdolü olmalı insanın..


Bir idolünüz olsun her zaman. Hatta bir kahramanınız. Hayal kurmak güzeldir. Sizi hırslandırır, inandırır ve gün gelir siz de bir gün yıldız olabilirsiniz. Önünüze gelen ilk şans, belki de son şansınız olabilir.

Fırsatları kaçırmayın, yarın geç olmadan bunu değerlendirin...

Birilerine hayran olun, ama boş bir insana da hayran olmayın. Çoğunluğun saygı gösterdiği, 'işin ehillerinden biri' dediği, parmakla gösterilecek kadar 'marka' bir insan olsun. Onu örnek alın, ama ona benzemeye çalışmayın. Onu geçmek için elinizden geleni yapın. Daha çok çalışın, az ile yetinmeyin. Gün gelir de kabuğunuza çekildiğiniz vakit o hayran olduğunuz kişiyi geçtiğinizi yada onun adının yanına sizin adınızın yazıldığında alacağınız hazzı düşünün. 

"Başlamak, bitirmenin yarısıdır" derler yada "inanmak, başarmanın yarısıdır". 

Hayallerinizi asla ertelemeyin. İnsanın hayal gücü, onun gelecekte nerede olmak istediğinin bir işareti gibidir. Hayaller de gün gelir engellerle karşılaşır ve kişiyi vazgeçirecek noktaya kadar getirir. İşte o zaman kararlı ve azimli durabilirsen, karakterinin gücünü de test edebilirsin. Hayallerini asla erteleme, pes etme ve bugün, dünden daha güçlü ol...

Öyleyse şimdi kahramanınızı, idolünüzü geçmenin tam vakti!!!



Zlatan İbrahimovic... Son 10 yılın tartışmasız Messi ve Cristiano Ronaldo'dan sonraki 3.futbol büyüğü. Onun sıradışı futbol yaşantısını uzun uzadıya anlatacak değilim. Kalitesi, kariyeri, rekorları ve yıllanmış şarap gibi profesyonel futbol yaşantısı onu çok iyi özetliyor. Müthiş egoya sahip olan Zlatan'ın belkide tek ego yapmadığı konu ise Brezilyalı efsane forvet Ronaldo'ya olan hayranlığı. Bunu her fırsatta çekinmeden dile getiren İsveçli, idolü olan Ronaldo ile beraber futbol oynadığı için çok şanslı olduğunu ve onun tüm zamanların en iyi golcüsü olduğunu vurguluyor. Malmö'deki futbol yaşantısında Brezilyalının fotoğraflarının olduğu dergileri saklaması ve odasının duvarına astığı Ronaldo posterleri herşeyi özetliyor aslında. Ronaldo'yu hayal etti, onun izinden gitti, onunla aynı ligde oynama hayalini kurdu ve bunu başardı. Zlatan, yıllar sonra modaya uyup çoğu futbolcu gibi kendisine göre en iyi 11'ini açıkladığı zamanda forvette adının yanına sadece tek idolüm dediği Brezilyalı Ronaldo'yu koymuştu.Peki onu geçebildi mi diyeceksiniz? Peki ben size Messi, Maradona'yı geçebildi mi? diye sorsam ne cevap verirsiniz. Bana kalırsa Zlatan İbrahimovic, 2000'li yıllardan günümüze 'santrfor' kavramının içini en iyi dolduran 2 futbolcudan biri. Diğeri mi? Sorunun içinde cevabı var zaten...


Zlatan'ın Ronaldo'ya olan hayranlığının en ispatlı hali...

12 Kasım 2015 Perşembe

Hangi teknik adam daha başarılı?


Kralın takımını yönetmek zordur. Real Madrid'den kimler geldi, kimler geçti? Kulübün son 4 teknik adamı olan Pellegrini, Mourinho, Ancelotti ve Benitez'in ilk sezonlarında 15 maçlık istatistiklerini gözden geçirdik. Karar sizin. Kim daha başarılı? kim daha çok hücumu düşünüyor? Buna sizler karar vereceksiniz...

Dört teknik adamın ilk sezonlarındaki 15 maçlık periyotta oynadıkları maçların dağılımları ise şu şekilde :

Pellegrini : 10 La Liga, 4 Şampiyonlar Ligi, 1 Kral Kupası maçı oynadı.

Mourinho; 10 La Liga, 4 Şampiyonlar Ligi, 1 Kral Kupası maçı oynadı.

Ancelotti : 11 La Liga, 3 Şampiyonlar Ligi, 1 UEFA Süper Kupası maçı oynadı.

Benitez : 11 La Liga, 4 Şampiyonlar Ligi maçı oynadı.



11 Kasım 2015 Çarşamba

La Masia

























Dünyanın en kapsamlı, en modern, en başarılı ve en büyük futbol okulunun adı...


La Masia'da öğrencilere çabuk düşünüp, zekalarını kullanarak oynamalarını ve topun bir sonraki pasta nerede olacağını sezmeleri öğretiliyor. Yani insanların istediği gibi cezbedici ve etkileyici bir oyun tarzı. Okula seçilecek futbolcu adaylarında zihinsel yeterlilik, sürat ve hızlı çalışan bir futbol beyni gibi kıstaslar aranılan önemli kriterlerden bazıları. Altyapıdaki futbolcular, A takımdan kopuk oynamak yerine sisteme beraber dahil oluyorlar ve bu şekilde genç yaşta A takıma yükseldiklerinde adaptasyon sorunu yaşamıyorlar. La Masia sadece Katalonya odaklı değil, diğer ülkelerden de birçok futbolcu gelebiliyor. 


Barcelona, her sene 4,5 milyon pound gibi bir rakamı La Masia için ayırıyor. Bizim ülkemizde altyapıya verilen önemi (!) düşününce bu rakamın değerini daha iyi anlayabiliyoruz. Ayrıca Barcelona'nın 5 büyük futbol ligine en fazla futbolcu yetiştiren kulüp olması da yatırımlarının net olarak karşılığının alındığının bir göstergesi.

Dünya futboluna armağan ettiği onlarca yıldız futbolcu, bugün Barcelona gibi bir futbol kulübünün 2000'li yılların başından bu yana dünyanın en iyi futbol kulübü olmasını sağladı. Misal; Maradona ve Pele ile kıyaslanan Messi'nin La Masia ve Barcelona kariyerinden önce Katalanlar, sadece 1 kez Şampiyonlar Ligi Şampiyonluğu başarısı elde etmişti. Messi sonrası yani 2005'ten itibaren ise bu sayı toplamda 5'e ulaştı ve özellikle Pep Guardiola ile beraber tam anlamıyla zirveye çıkan takım, hala La Masia'nın meyvelerini yemeye devam ediyor.




Şimdilerin kanser teşhisi koyulduğu efsane futbolcu Johan Cruyff'un önderi olduğu ve bugünlere getirmesine büyük vesile olduğu La Masia, her sene yıldız adaylarını dünya vitrinine sunmaya devam ediyor. Guardiola, Xavi, Puyol, İniesta derken Messi ile beraber Fabregas, Busquets, Pedro, Pique, Thiago, Tello, Bartra ve buraya yazmadığımız niceleri ile bu okul büyüdü, büyümeye devam etti. Munir El Haddadi, Rafael, Sandro, Kaptoum ve Cantalapiedra ise okulun son mezunlarından. Belki son yıllarda Barcelona'da modaya uyup, bir yerde rekabetin bir parçası olmak adına paralarını hunharca saçıp diğer kulüplerden yıldız futbolcular aldı ama (Neymar, Suarez, Rakitic, Arda) takımın iskeleti hiç bozulmadı, sağlam direkler asla sarsılmadı. 

La Masia futbol okuluna giren her gencin en büyük idolü Guardiola. Çünkü La Masia'nın en ünlü mezunu olan Pep, bu okulun büyümesinde ve yayılmasında da büyük etkiler bırakmıştır. Aynı zamanda hocası olan Cruyff'tan çok şeyler öğrenen Guardiola, zamanla kendi metotlarını da sisteme dahil etmiş ve mücadeleci Katalan ruhunu takıma entegre etmiştir. La Masia'ya 8 yaşında giren de var, ilk adımını 18 yaşında atan da var. 


Şu bir gerçek : Barcelona'da kalıcı olmak zordur. La Masia kökenli olmanızın size forma garantisi vermediği bir ortamda takımın değişmez futbolcusu olmak için ancak Messi olmanız gerekir. O yüzden bazı genç futbolcular, rotasyonda kullanılmak yerine diğer takımlara kiralanma yolu ile yurtlarından ayrıldılar. Hatta bazıları bonservisleri ile gittiler ve kendilerine yeni kariyer sayfaları açtılar. Çünkü Barcelona hala dünyanın en başarılı takımı ve orada rekabet 'zor'un da ötesinde...


6 Kasım 2015 Cuma

Sweet November...


Yıllar önce Edirne'de üniversite yıllarımda vizyona girmişti ve geldiği gün zaten soluğu sinemalarda almıştım. 2001 yılının Mayıs ayıydı, havalar ısınmaya başlamıştı. Gösterime girdiği ay ile filmin yayınlandığı zamanın anlamsızlığından başka muazzam bir film bizi bekliyordu. O zamanlar genç kızların hayran olduğu Keanu Reeves ve yine bizim gibi delikanlıların fazlasıyla beğendiği Charlize Theron'un başrollerini paylaştığı unutulmaz aşk filmlerinden sadece biriydi; "Kasımda Aşk Başkadır"... Gerçi sinema eleştirmenleri filmi genel anlamda fazla beğenmese de platonik aşk yaşantımız ve Charlize ablamızın güzelliğinden olsa gerek biz filmi beğenmiştik...

Sonra "Yine aylardan kasım, sanki sende kaldı bir yarım..." diye başlayan nakaratıyla Grup Tual girdi hayatımıza. Ön planda aynı zamanda grubun vokalisti olan, uzun saçları ve kalın sesiyle (yıllar sonra kimdi bu adam diye araştırdığımız ve adının İskender Türsen olduğunu öğrendiğimiz) hafif orta yaşlı abimizin etkileyici olgun sesiyle Rock müzik seven ve içinde aşk acısı yaşayan binlerce insanı bir şarkıyla kendilerine hayran bırakmışlar ve yıllar geçse de unutulmaz bir eser bırakmışlardı yarınlara...

Konuyu nereye bağlayacaksın diyeceksiniz ya, tam da işte ona gelecektim. Bu yazıyı yazdığımda Kasım ayının henüz 6'sı. Biliyorum biraz geç kaldım ama yine de Kasım ayının geri kalan zamanında Avrupa'dan önemli maçları paylaşmak ve hatırlatmak istiyorum. Yine aylardan kasım diye başlayıp, Kasımdaki maçların tadı başka diye bitirelim ve aşağıdaki maçlar öncesi şimdiden planlarımızı gözden geçirelim. Özellikle 21 Kasım tarihine dikkat...

Listedeki sıralama ise tamamen şahsımın sıralamasıdır, herkesin önem derecesi farklıdır :)

1. Real Madrid - Barcelona


2.Borussia Dortmund - Schalke

3. Manchester City - Liverpool

4. Juventus - Milan

5. Arsenal - Tottenham

6. Roma - Lazio

7. Schalke - Bayern Münih

8. Tottenham - Chelsea

9. Feyenoord - Ajax

10. Panathinaikos - Olimpiakos

Malum Kasım ayında Milli maçlar dolayısıyla bir hafta lig maçları oynanmayacak olduğu için büyük maçlar neredeyse sadece iki güne sıkıştırılmış konumda. O yüzden 8 ve 21 Kasım'da iyisi mi hiç evden çıkmayın. Kasım ayının romantikliğini sonuna kadar yaşayın...

30 Ekim 2015 Cuma

Tenisin Serena't Kraliçesi

Kadın tenisinde 2000'li yıllardan önceki aşağı yukarı son 20 yıla denk gelen 1980 ve sonrasında sadece 2 tenisçiyi konuştu tüm dünya. Martina Navratilova ve Steffi Graf. Martina daha yaşlı olan taraftı ama oldukça başarılıydı ve kariyerine 18 Grand Slam şampiyonluğu sığdırdı. Onun kariyerinin son yıllarında ise Alman efsanesi Steffi Graf çıktı ve 22 Grand Slam ile o zaman için erişilmesi güç bir rekora imza attı. 2000'li yıllarda bu iki büyük ismin ardından kimler yerlerini devralacak, bayrağı kim taşıyacak sorusu yeni yeni soruluyorken bir Amerikalı çıktı sahneye ve o günden beri tenis sadece onun tekelinde 15 yıldır süregelmekte.



Kimden bahsettiğimi tabii ki hemen anladınız. Serena Williams. 34 yaşında olmasına rağmen hala 20 yaşındakilere taş çıkartacak kadar dev bir performansın sahibi. İlk Grand Slam şampiyonluğuna 1999 yılında ablası Venüs'e karşı Wimbledon'da kazanan Serena, 25 Grand Slam finalinden 21'ini kazanabilecek muazzam bir istatistiğe sahip. Boyuna göre (1,75 cm) fazla olan kilolarına rağmen (70 kg.) bunu sorun etmeyip, bu açığını tenisi domine etmesini sağlayacağı zengin argümanlarla kapatan yetenekli tenisçi sayısız rekorlar, başarılar, şampiyonluklar yaşadı. Ama bunlardan daha da önemlisi belki de dünya sıralamasında kendisine rakip olacak tüm üst düzey tenisçiler karşısındaki ezici üstünlüğü...

2015 YILI PERFORMANSI

2015 Serena Williams için muazzam başladı. Avustralya Açık, Roland Garros derken sıra tarihin en prestijli turnuvası olan Wimbledon'a gelmişti. Şüphesiz Serena için belki de kariyerinin en hak edilmiş, en görkemli ve en anlamlı şampiyonluğunu Londra'da alacaktı. Dördüncü turda kariyerinde kendisini en çok zorlayan ablası Venüs Williams'ı geçtikten sonra çeyrek finalde Victoria Azarenka'yı 2-1 ile eledi ve yarı finalde Maria Sharapova ile eşleşti. Rus tenisçiyi birçok kez yendiği gibi set vermeden geçti ve finalde son yılların yükselen değeri Garbine Muguruza ile karşılaştı. Şampiyon olmayı kafasına koyan Serena, iki set sonunda İspanyol raketi saf dışı bıraktı ve üst düzey dört tenisçiyi birden üstüste yenerek açık dönemde en yaşlı Grand Slam şampiyonluğunu kazanan kadın tenisçi olarak tarihe adını altın harflerle yazdırdı.

21 Grand Slam şampiyonluğu ile birçoklarına göre tarihin en iyisi olduğu kanaatine varılan Steffi Graf'ın 22 şampiyonluğunu egale etme zamanı gelmişti. Amerika Açık onun için büyük bir şanstı ve çok formdaydı. İlk üç turda kayda değer rakiplerle oynamayan Serena, dördüncü turda Madison Keys'i 6-3'lük setlerle geçince çeyrek finalde ablası ile eşleşti ve bir set vermesine rağmen final setini iyi oynayarak yarı finale kaldı. Şampiyonluk maçına sadece bir engel kalmıştı ve rakip Roberta Vinci idi. Rakibi karşısında ilk seti rahatlıkla almasına rağmen daha sonraki setlerde birer kez servisini kırdıran Williams, 6-4 ile ikinci ve üçüncü setleri kaybedince 'kariyer slam' yapma şansını da tepmiş oldu.  2015'teki ilk 3 Grand Slam'i kazanması, rakiplerine kortları dar etmesi, bir canavar edasıyla durdurulması çok zor bir makinaya dönüşerek geldiği Amerika'da sezonu 'Serena Slam' (4 Grand Slam'i tek bir sezonda kazanma) ile bitirme hayaline erişemeyen Serena, turnuva sonrası sezonun kalan 3 ayında (Ekim, Kasım, Aralık) içinde Çin Açık ve WTA Finalleri gibi üst düzey organizasyonlara katılmama kararı aldı ve zaten açık ara yer aldığı birincilik koltuğunda dinlenerek 2016'da kortlara döneceğini belirtti.



SERENA WİLLİAMS - MARİA SHARAPOVA REKABETİ (!)

Rakiplerinin kalan dönemde Serena'nın olmadığı turnuvalarda rahat olacakları kesin. Öyle ki, tenisin yaşayan efsanesi 34'lük Serena'nın sıralamadaki rakiplerinden üstün olmadığı tek bir tenisçi dahi yok. Ezici ve bir o kadar acımasız serilerinden en muzdarip tenisçi ise güzelliğini, herkesin beğendiği fiziği ile birleştiren ve Serena ile en çok karşılaşan üç tenisçiden biri olan Rus tenisçi Maria Sharapova. Uzun süre Serena'nın ardında dünya iki numarası olarak kalan ve toplamda 5 Grand Slam şampiyonluğu bulunan Sharapova, Serena Williams ile çıktığı 20 mücadelede sadece 2 galibiyet elde edebildi. İşin Maria için daha da kötü olan tarafı ise bu iki galibiyeti 2004 yılında yani 17 yaşındayden alması. Rekabetin özeti; Serena Williams tam 17 maçtır Masha'yı yeniyor ve toplamda 18-2 gibi eşi görülmemiş bir üstünlüğü var. Sharapova'nın, kaybettiği 18 maçta rakibinden sadece 3 kez set kazanabilmesi dahi onun ne denli çaresiz kaldığının özeti gibi. Tenis tarihinde sıralamada bu kadar birbirlerine yakın olan tenisçilerin birbirleriyle karşılaştıkları maçlarda bu denli bir üstünlüğü hiç olmadı desek yeridir. Diğer yandan Sharapova'nın bugün sadece 5 Grand Slam şampiyonluğu varsa ve bu sayının daha fazla olmamasının tek sebebi yine Serena'dır. Williams ayrıca Grand Slam finallerinde Masha'ya karşı 4-1'lik üstünlük sağladı.

Serena - Sharapova rekabeti (!) sonrası Amerikalı tenisçinin hazır 2015 yılını şimdiden bitirmesi münasebetiyle diğer üst düzey tenisçiler ile olan rekabetlerini de incelediğimizde karşımıza şöyle bir tablo çıkıyor :




Tablo sonrası sanırım hepinizin ağzı açık kaldı. Serena'yı rakipleri karşısında bu kadar başarılı yapan ilk husus, üstün fizik gücü. Rakiplerine nazaran mental gücünü ve dayanıklılığını yeteneği ile birleştirip, onlara "Ne yapsam da yenemeyeceğim" mesajını vermeye zorluyor. Sonrası zaten çorap söküğü gibi geliyor ve rakibinin düşen gardı sonrası bitirici forehand ve voleleri ile maçı kopartıyor. Belki fizik gücü ile kazanan tenisçi olması ile bazı kesimlere göre itici gelebiliyor ama sonuç odaklı yaklaşımda çoğunlukla kazanan hep o oluyor.

İnanılmaz servis atıyor ve ilerlemiş yaşına rağmen oyundan kolay kolay kopmuyor. Maçlardaki konsantrasyonunu kendi deyimiyle içinden şarkı söyleyerek sağlıyor. Maç içerisinde kendi kendine bir nevi serenat yapan Williams, şarkı söylemeyi kestiği zaman maç içerisinde kırılma anları yaşadığını belirtiyor. Hep daha iyisi için çalışıyor, kondisyonunu korumak için ekstra olarak boks, bisiklet gibi alternatif sporlarla uğraşıyor. İşini profesyonelce yapıyor, herkes gibi kaybetmeyi hiç sevmiyor ve bir nevi erkek tenisinin gelmiş geçmiş en iyisi Roger Federer gibi üst düzey performansına devam ediyor. Tarihin en çok Grand Slam kazanan bayan tenisçisi olmaması için ise hiçbir sebep yok.

Şimdilerde tenisi ara vermesiyle beraber özellikle sosyal medyada ve İnstagram üzerinden birçok paylaşım yapıyor. Ne diyelim; dinlenecek, güç toplayacak ve 2016'da yine durdurulamayacak, kortlarda serena't yapmaya devam edecek...



28 Ekim 2015 Çarşamba

Portekiz işi...


Ülkemize son yıllarda Jorge Mendes'in sayesinde oldukça fazla Portekizli futbolcu geldi. Çoğundan da istediğimiz verimi bir türlü alamadık desek yalan olmaz. Hatta ödenen paralar ile takımlarına verdikleri faydaları karşılaştırdığınızda en az % 65-70 oranında kulüplerimizin bu konuda zararlı çıktığını söyleyebiliriz.


Fernando Meira                             
Simao Sabrosa
Manuel Fernandes
Ricardo Quaresma
Ariza Makukula
Hugo Almeida
Raul Meireles
Jose Bosingwa
Bruno Alves
Nani

Hepsi de zamanında, hatta azınlığı da olsa hala Portekiz Milli Takımında oynayan oldukça değerli yıldız futbolcular ve hepsinin de genel kariyerleri ortalamanın çok üstünde. Peki ülkemiz futboluna çok fazla değer katamayan bu 10 Portekizli'nin aynı anda Milli takımlarında ilk 11'de oynadığını düşünebiliyor musunuz? Küçük bir araştırma ile yukarıda ismi geçen Portekizlilerin aynı anda ilk 11'de oynadıkları maçların çoğunluğunun 2007 ila 2010 yılları arasında olduğunu görebiliyoruz.

Bu süre zarfında beraber oynadıkları 6 maçı sizlerle paylaşmak istiyorum. Ülkemizde Beşiktaş, Fenerbahçe ve Galatasaray formalarını giyen, hatta Beşiktaş'ta aynı anda oynayanların sayıca fazla olması sebebiyle kendilerine 'çete' yakıştırması yapılan ve çoğunluğuna hep bir ağızdan "iyi ama yetersiz" yaftası vurulan bu futbolcular bir arada oynadıkları Portekiz A Milli takımında da oldukça başarısız sonuçlar almaları sanırım futbolun doğasına son derece uygun görünüyor. Özellikle gelen oyuncuların hücum ağırlıklı olmaları ve buna bağlı olarak fazla koşmamalarıyla beraber gol yollarında inanılmaz sıkıntılar yaşadıkları da gün gibi görünen bir gerçek. Yukarıdaki 10 Portekizlinin bir arada sayıca en fazla ilk 18'de oldukları maç Finlandiya karşılaşması. Bu maçta Almeida hariç hepsi kadroda görünüyor. İşte o maçlar :







15 Ekim 2015 Perşembe

Kaostan hep mucize mi çıkar?

Biliyorum haftasonu ulusal ligler başladığında yine A Milli Takım unutulacak. Günü ve anı yaşayan bir millet olarak bu zaferden sarhoş olmuş bir şekilde her milli takım lafı açıldığında olumlu cümleler kuracak ve "biz istersek her takımı yenebiliriz, biz mucizelerin takımıyız" masallarını uyduracağız. İlhan Mansız'ın, Nihat Kahveci'nin, Semih Şentürk'ün ve son olarak Selçuk İnan'ın gollerini defalarca izleyip o anı tekrar yaşayacağız, hem de bangır bangır. Altın golleri nostalji kıvamında izleyip aslolan sorunları masada bırakıp, zamanla çöp kutusuna atacağız. Kimse de çıkıp bu kaçıncı kez bir turnuvaya rahatça gidemiyoruz diye sormayacak mı? Ya da soranlar anında birileri tarafından susturulacak mı?



Bundan önce son katıldığımız 2008 Avrupa Futbol Şampiyonası öncesi grup eleme maçlarında son iki maçta grup ikinciliği için çekiştiğimiz Norveç'i hem de deplasmanda yenip, son maçta yine mutlak kazanmamız gereken Bosna Hersek karşısından da 3 puanla ayrılarak bir kez daha son anda bileti almıştık. Şampiyonada Çek Cumhuriyeti ve Hırvatistan karşısındaki geri dönüşlerimizden sonra oynadığımız yarı final başarısı ve ardından gelen 2010 Dünya Kupası, 2012 Avrupa Şampiyonası ve son olarak 2014 Dünya Kupası olmak üzere 3 kez üstüste büyük organizasyonlarda yer alamadık. Son 8 büyük turnuvadan sadece 3 tanesine katılabilmek sizce de başarısızlık değil midir? Şimdi ise neredeyse imkansıza yakın bir denklem içerisinde futbolda belki de 40 yılda bir olacak mucizeyle 2016 Avrupa Futbol Şampiyonası'na direkt katılacağız. Katılırken de şu ilginç cümleyi kurmadan edemeyeceğiz :


"İyi ki Letonya'yı yenmemişiz..."


Düşünsenize küçük denizlerde boğulmayı en çok Fatih Terim zamanında öğrendiğimiz ve adeta üzerimize bir bela gibi çöken Letonya'yı yanlışlıkla grupta bir kez yenseydik şu an Fransa 2016'da olma şansımız için ekstradan iki maçlık play-off oynamak zorunda kalacak ve belki de hayallerimiz son bulacaktı. Bunun garantisi yok elbette ama biz Milli Takım olarak kolay olanı zorlaştırmayı çok seviyoruz. Puzzle yaparken sanki kartların ön tarafını açmadan arka taraflarıyla tahmin ederek puzzle'ı tamamlamaya çalışıyoruz.


Grup üçüncülüğü konusunda yarıştığımız tek rakip olan Hollanda'yı Konya'da 3-0'la geçip bu avantaj tamamen bize geçtiğinde öyle şanslıydık ki, kalan iki maçımızda grubun ilk 2 sırasını garantileyen ve tamamen prestij maçlarına çıkacak olan Çek Cum. ve İzlanda ile oynayacaktık. İki maçta alınacak dört puan grup üçüncülüğü için yetecek ve play-off oynama hakkına sahip olacaktık ama iki maçımızı da kazanırsak en iyi üçüncü kontenjanından Fransa 2016'ya direkt olarak katılabilme şansına da sahiptik. İddiasız Çekler karşısında ilk kaleyi bulan şutumuzu 60'da çekmemizden maçı beraberliğe kitlemek istediğimizi net bir şekilde anlamıştık ama şans anında bir penaltı ve sonrasında Arda'nın neden Barcelona'ya transfer olduğunun cevabını veren 'Messi asisti' ile 2-0 kazanıp Portakalları tam anlamıyla ateşe atmıştık. 

Son İzlanda maçı öncesi biz kazanırsak, son deplasman galibiyetini 6 sene önce hem de Andorra karşısında alan, grupta 9 maçta galibiyeti dahi bulunmayan Kazakistan, bizim iki maçta da yenemediğimiz Letonya'yı deplasmanda yenmesi, diğer gruplarda şampiyonayı garantileyen İspanya'nın, Ukrayna deplasmanında yenilmemesi, Portekiz'in sahasında Danimarka'ya kaybetmemesi, Slovakya'nın Lüksemburg'u yenmesi, Polonya'nın İrlanda karşısında kazanması ve Slovenya'nın da sahasında Litvanya karşısında puan kaybetmesi gerekiyordu. İnanılmaz ama gerçek, mucizenin ta kendisi. İhtimaller bir bir gerçekleşirken özellikle İspanya'nın grup birinciliğini garantilediği bir ortamda, hem de yedek oyuncularına şans verdiği Ukrayna deplasmanında sanki bizim oyuncumuz gibi, belki de kariyerinin en iyi milli maçını oynayan De Gea'nın performansına ayrı bir parantez açmak lazım. Maç boyunca tam 10 önemli kurtarış yapan İspanyol kalecinin bundan sonra 1 numaralı eldiveni kimselere kaptırmayacağı da net bir şekilde belli oluyor. De Gea'nın efsane kurtarışlarını aşağıdaki videodan izleyebilirsiniz.



7 ihtimalden 5'i gerçekleşmiş, hazır Hollanda'da sahasında Çekler'e yeniliyorken kulağımız sadece Letonya - Kazakistan maçındaydı. Bizim İzlanda maçı oldukça sıkıntılı ve golsüz devam ederken 64'te Letonya'dan bir gol haberi geldi. Bu bizi uyandıracak ve kaos futbolunun bir kahraman yaratmasını zorlayacak beklenen goldü ve İslambek Kuat Kazakistan'ı 1-0 öne geçiren o şık golü attı. Maça elinde 3 santrfor olmasına rağmen 4-6-0 taktiği ile "beraberliği cebime koyayım da play-off'tan da olmayayım" zihniyeti ile başlayan Fatih Terim o dakikadan sonra iki golcü sürdü sahaya. Gökhan Töre'nin anlamsız atılmasına rağmen 89'daki frikiği büyük bir soğukkanlılıkla tam da köşeye büyük bir ustalıkla vuran ve golü atan Selçuk İnan sayesinde Fransa 2016 için gerekli vizeyi aldık, hem de aktarma yapmadan direkt bir şekilde. Bir uluslararası büyük turnuvaya daha son nefeste katılacaktık. 2008'den bu yana bir üst düzey organizasyona katılamamış bir milli takımın, hele hele ilk 3 maç sonucunda aldığı bir puan sonrasında yaptığı çıkışla Euro 2016'ya play-off yapmadan direkt katılması Fatih Terim ve ekibinin başarısıdır.  Bu başarıda emeği geçen en büyük destekçilerimizden De Gea ve İslambek Kuat kesinlikle unutulmamalı. En azından biz kesinlikle unutmayacağız.


Kaos futbolunu gerçekten çok seviyoruz. Son maç gelmeden bir turnuvaya katılmayı garantileyemiyoruz. Kağıt üstündeki zayıf takımlara karşı oynadığımız maçlarda yediğimiz tırnaklarla Guinnes Rekorlar Kitabı'na giremiyorsak hep o altın dokunuşların sayesinde oluyor. Yukarıda da belirttiğimiz gibi öfke ve kaos futboluna bağlı olarak sistemsizliğin getirdiği negatif futbol anlayışımız; başarılı bir takım oyunu ile üstesinden gelmekle değil, o işi yapmak zorunda bırakılan bir kahramanla son buluyor maalesef. Başkalarının yardımı olmadan kendi ipini kendi çekebilen, hesap kitap yapmadan önündeki maça çıkabilen, rakipleri tarafından bir sistem takımı olarak bilinip çekinilen, sahada kaybetse de ne oynadığı bilinen, tam anlamıyla bir turnuva takımı olabilen, topyekün takımı ve teknik kadrosuyla eleştirilere açık olan bir milli takıma ihtiyacımız var.


İş ciddiye binmeden kış uykusundan uyanamayan, küçük denizlerde boğulmadan işin vehametini çözemeyen bir anlayışla yönetilmekten, hatalarından ders almadan sürekli egoları ile teknik adamlılık noktasındaki ince çizgiyi bir türlü ayıramayan teknik adamı ile bu Milli Takım emin olun Fransa'da da iz bırakacak performanslara imza atacak. Umarım bu izler, bizi yine kaos futbolundan, çapa- çupa'lardan mucize ürettirmek zorunda bırakmaz ve bizi en üst noktalara kadar götürür...




13 Ekim 2015 Salı

Türkiye Yıldızlarını Arıyor

Türkiye'de futbolun gelişememesi, Avrupa klasmanında kulüplerin başarı düzeyinin vasatın dahi altında kalması, A Milli Takım seviyesinde çekirge misali bir kere sıçradıktan sonra tökezleyerek bir dahaki sıçrama için uzun yıllar beklenilmesi... Tüm bu sonuçların temelinde yatan en büyük sorunlardan biri hiç şüphesiz neredeyse herkesin tek bir ağızdan söyleyeceği gibi; ALTYAPI...

Nedir bu altyapı? Ne zaman sıkışsak, başarısız olup bir turnuvayı kaçırsak ve mazeretler üretmeye kalksak hep önümüze bir bumerang gibi gelir : "Türkiye'de altyapı sorunu var..." Bu teşhisi hemen hemen herkes koyar ama bir süre sonra bakmışsınız ki, kalabalık dağılmış ve herkes yine bildiğini okumaya devam etmiş, altyapı sorunu yine tozlu raflara terk edilmiş.



Yetkili kişilerin bir türlü sorumluluk almak istemediği, cesaretle üzerine gidemediği sorun olan altyapı sorunsalı, bugün Türk futbolunun kanayan yarası durumunda. Avrupa'ya son yıllarda sadece Arda Turan, Salih Uçan ve Enes Ünal'ı lejyonerler adı altında gönderdiğimizi düşündüğümüzde bugün, altyapı eksikliğini (kaosunu) varın sizler düşünün. Başkanından yöneticisine, teknik direktöründen yetkili birimlerine kadar herkes bu sorunun sorumluları arasında. Avrupalı birçok kulübün altyapıya hakkıyla önem vermesi ile beraber çıkardığı genç yetenekler bugün birçok üst düzey futbol kulübünde oynuyor ve iyi paralar kazanıyor. Özellikle Belçika futbolunun genç jenerasyonlara yaptığı yatırımlar sonucunda Hazard, Courtois, Lukaku, De Bruyne, Kompany, Witsel, Vertonghen, Fellaini gibi altın jenerasyonla gelen A Milli Takım başarılarıyla bugün Belçika; İspanya, Almanya, Arjantin, İngiltere, İtalya, Brezilya, Portekiz, Hollanda gibi takımları geçerek dünyanın yeni 1 numarası oldu. Bu bir tesadüf mü? Tabii ki hayır. Altyapıya verilen önemin, sistemli çalışmanın sabırla birleştirildiği emeğin, futbol endüstrisine verdiği meyvelerdir.

Ya bizde? Yabancı futbolcuların çöplüğüyüz adeta. O yüzden ne Milli takımımıza futbolcu yetiştirebiliyoruz ne de bir futbolcumuzu dünya çapında tanıtabiliyoruz. Hatta 14 yabancı kuralından sonra nasıl yerli bir futbolcuyu sıfırdan yetiştirip A Milli Takıma kadar çıkartacağız? Sadece yurtdışında yetişen lejyonerlerimizi mi Milli takıma alacağız? Kendi içimizde keşfedilmeyi bekleyen saklı değerlerimizi nasıl ve ne zaman ortaya çıkaracağız? Özellikle Arda Turan gibi dünyanın en iyi takımı olarak adlandırabileceğimiz Barcelona'ya kadar uzanan kariyerindeki başarılarının bir örneğini ya da ona yaklaşanı bulabilecek miyiz? Sorular zor ama gerçekleştirilebilme ihtimali o kadar da imkansız değil.



Altyapı denilince akla gelen Hollanda, Belçika gibi ülkelerin liglerinin kalitesi, bizim ligimizden kaliteli olmamasına rağmen kulüp başarılarının bizleri geçmesinin başlıca sebebi de yine altyapı konusunu tamamen profesyonel bir zihniyetle çözmüş olmalarından kaynaklanıyor. Kaldı ki altyapı konusunda bize rol model olan Belçika ve Hollanda'nın nüfuslarının sadece İstanbul kadar olması + futbolla yatıp futbolla kalkan bir ülke olmamızın getirdiği zenginlikleri de fark edememek ve bunu değerlendirememek ne üzücü bir durum.

Bugün tüm bu sorunları zamanında gören, önemseyen, adeta mesleği haline getiren, hatta bu alanda kendisiyle onur mücadelesine girişen, yıllarca Ajax'ın altyapı koordinatörlüğünde eğitim görmüş, ülkemizde birçok ilde altyapılarla ilgili araştırmalar yapmış olan Sn. Nesim Argun'un kuruculuğunu üstlendiği ve proje müdürlüğünü de Sn. Nurhan Özücüer'in yürüttüğü muazzam bir proje var. Türkiye'de ve zamanla tüm Dünya'da ses getiren 'Türkiye Yıldızlarını Arıyor' projesi ile yıllarca belimizi büken, "Avrupa'lının neden sizden bir futbolcu yetişmiyor ki?" sorusuna göğsümüzü gere gere verebilecek bir cevabımızın olmasını sağlayacak oluşumu harekete geçirecek, Türkiye'nin futbol anlamında geleceğine ışık tutacak ve kulüplere uzun vadede sağlıklı yatırımlar yaptıracak bu projeye her futbolseverin, her sporseverin aynı hassasiyetle destek vermesi şart.

Bugün özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi'ndeki illerde yapılacak araştırmalarla futbolu çok seven, maddi durumu elverişli olmayan, bir futbol kulübüne giremeyen yetenekli gençleri bulup (bu sene 14-16 yaş grubu, önümüzdeki sene 12-14), onları yetiştirmek, doğru bilgi ve donanımlarla hem okul derslerinde başarılı olmalarını sağlamak hem de geleceğin genç yetenekleri kategorisine dahil etmek için geceli gündüzlü çalışan oldukça kaliteli bir ekip var. Gözlemcisinden sağlık ekibine, psikolog, pedagog yardımından mental ve yön gösterici birçok materyali alanında uzman insanların gayretleri sonucunda gençlerin topluma faydalı birey haline gelmelerine yardımcı oluyorlar.

Tek hedefleri var; o da insanlara "Türkiye'de futbolda altyapı sorunu yoktur" dedirtebilmek. Bu hedef doğrultusunda projenin finalinde Spor Toto Süper Lig ve PTT 1.Lig kulüplerine toplamda 30 futbolcu kazandırabilmek. Hatta yakın zamanda birkaç tanesinin ismini Türkiye genelinde sıklıkla duyacaksınız, buna şimdiden hazır olun. Futbol kulüplerinden de aynı desteği bekleyen Nesim Argun ve ekibi, "futbolu araç olarak doğru noktada kullandığınızda ve aynı düşünceleri paylaşan ortak bir akılla hareket ettiğinizde halledemeyeceğiniz bir sorun yok" felsefesiyle konuya yaklaşıyor.

Belki çok zor bir hedef gibi görünüyor ama en azından 1,2,3 derken birkaç genç yeteneğin keşfedilip kulüplere dahil edilmesi ve ardından Avrupa'ya gönderilmesi, onların oralarda ses getirmesi Türk Futbolu'nun ilerlemesine vesile olacaktır. Aynı zamanda arkalarından gelecek gençlere de örnek teşkil edecektir. Bu anlayışta Türkiye Yıldızlarını Arıyor projesi, tam da ülke futbolunun ihtiyaç duyduğu ve "birileri artık elini taşın altına koysa" temennisinin icraata dönüşmüş halidir.

'Türkiye Yıldızlarını Arıyor' projesi ile ilgili olarak geniş bilgiyi aşağıdaki adresten kolayca alabilirsiniz :

http://www.n90sport.com/



8 Ekim 2015 Perşembe

Once upon a time / Bir zamanlar...

"Nerede o eski bayramlar" der ya büyüklerimiz hani. Hatta belirli bir yaşa gelince bizler de küçüklerimize bu sözleri söyleriz. Babadan oğula, kuşaktan kuşağa, nesilden nesile böyle devam eder bu bayram muhabbetleri... Futbolu yaşayan, takip eden, sürekli gündeminde olan bizler de zamanla "Nerede o eski futbolcular" diyoruz, yaşlarımız bir futbolcunun futbolu bırakma yaşına geldiğinde. Herşeyin ilki, bozulmamış hali en değerlidir ya, şimdiki popüler jenerasyonun en az 10-15 yaş büyüklerinin oldukları futbol zamanları da o devri yaşamış kişiler için (ben bu kategoriye giriyorum) ayrı bir önem arz etmekte. Aynı şekilde bizden büyükler de kendi izledikleri çağlardaki futbolcuların en unutulmaz ve özel olduklarını iddia ederler.

Özellikle teknolojinin, dijital futbolun hayatımıza girmediği ya da yeterince yer etmediği zamanların en özel insanları onlar. İdollerimiz, unutamadıklarımız, dün gibi maçlarını hatırladığımız, efsane kelimesinin içini sonuna kadar dolduran muazzam futbolcular. 

Yazımızın başlığında da dediğimiz gibi "Once upon a time" yani "Bir zamanlar" deyip geçmişte bir tur için herkes koltuklarına otursun ve her fotoğraf karesini gerekirse büyüterek tekrar tekrar baksın...