30 Eylül 2015 Çarşamba

Yok artık : 9 dakikada 5 gol


Yaşı 35'lere gelmiş ve daha üstü olanlar bilirler. Bizim çocukluğumuz mahalle maçlarıyla geçti. Alt sokakla, üst sokakla ya da karşı mahallenin takımı ile sürekli maçlar yapardık. Biz genelde "7 devre 15 biter" der, maçlara öyle başlardık. Kimileri 1 saatte biterdi, kimileri ise bir günde dahi bitmezdi. Hele bir tanesinde maç o kadar kıran kırana geçti ki, ilk gün maçın ortalarında çok da sevmediğimiz ve bizim mahallenin adeta düşmanca duygular beslediği, bize 2-3 kilometre uzaklıktaki mahallenin gençleri maç oynadığımız yeri basmış, biz de korkumuzdan evlerimize dağılmıştık. Korku demişken yaşımız 11-12 civarıydı, sahayı basanların ise 17-20. Derken ikinci gün maçı her zaman oynadığımız sahanın bir üst sokağında, hem de arabaların geçtiği bir ortamda en zor şartlarda oynadık. Bu defa da hava karardı, maçı yine tamamlayamadık. Ama yanlış hatırlamıyorsam maçın bitmesine bir yada iki gol kalmıştı ve üçüncü gün mahallemizin aynı zamanda amatör futbol kulübünün de maçlarını oynadığı toprak sahanın hemen altındaki çimenlerin olduğu yerde maçı tamamladık ve maçı 15-13 kazandık.

Bunu neden anlattım? Çünkü biz çocukluğumuzda bazı kısa süren maçlarda ben de golcü pozisyonunda oynadığım için çok gol atardım. Hiç 9 dakikada 5 gol attım mı bilmiyorum ama bir maçta değil 5 gol, 7-8 tane attığımı da hatırlıyorum. Konu tabii ki kimin daha fazla gol attığı değil ama günümüzün son 10 yıldaki makineleri ve rekortmenleri olan Messi ve Ronaldo'nun dahi erişemeyeceğini düşündüğüm mertebeye bir Polonyalı çıktı. Adı : Robert Lewandowski. Wolfsburg ile oynanan lig maçında 9 dakikada 5 gol attıktan sonra Guardiola gibi bir teknik adamı kendinden geçiren, rüya alemlerinde hissettiren, kısacası tüm dünyanın ağzı açık halde izlediği kusursuz bir golcü...


Maça ikinci yarının başında girmesine rağmen sadece 9 dakikada Wolfsburg filelerini tam 5 kez havalandıran golcü oyuncu, bu alanda en yakın rakibi Jermain Defoe'ye 27 dakika fark attı. Bu seviyeye Ronaldo daha önce 60 dakikada gelebilirken, Messi ise değerlendirme sadece lig maçlarını içerdiği için bu alanda listeye giremedi. Messi bir maçta hiç mi 5 gol atamadı derseniz, tabii ki hayır derim çünkü Messi, Şampiyonlar Ligi maçında Leverkusen'e 59 dakikada 5 gol atmıştı.

Tekrar Lewandowski'ye dönersek... Saha içinde oldukça soğukkanlı olan, çok koşmayan ama bitirici vuruş üstadı olan, sahada kendisini çok iyi saklayan, golü adeta koklayan ve o sahadayken tüm arkadaşlarına güven veren, devrinin en kaliteli 3 santrforundan biri. Diğer ikisi kim derseniz Aguero ve Suarez derim. 8 dakika 58 saniyede 5 gol atıp kırılması neredeyse imkansız bir rekora ulaşan Lewandowski bu maçtan sonra oynadığı bir lig, bir de Şampiyonlar Ligi maçında toplamda 5 gol daha atarak, 1 haftada oynadığı 3 maçta 10 gole ulaştı. Biri ona "dur" demeden sanırım durmayacak. Çok değil 2,5 sene önce Dortmund formasıyla Real Madrid'e Signal İduna Park'ta attığı tam 4 gol de CV'sinin önemli başarılarından biri. Daha önce bir sezonda tüm kupalar dahil en çok golü, aynı zamanda Şampiyonlar Ligi finali de oynadıkları 2012-2013 sezonunda 49 maçta 36 gol ile bulan yıldız golcü, bu yazı kaleme alındığında Bayern Münih formasıyla 10 maçta 14 gole ulaştı. Basit bir kehanetle sezon sonunda kendi rekoru olan 36'yı rahatlıkla geçmesini beklediğimiz Lewandowski aynı zamanda 2015 yılında toplamda 29 gol attı.


Sadece Bundesliga'da 168 maçta 101 gol atan Lewa, bakalım daha hangi rekorları kırmaya devam edecek ve Guardiola'nın ne kadar daha başını döndürecek?

28 Eylül 2015 Pazartesi

Lanetleri büyük oyuncular sonlandırır!


Önce Başakşehir gibi ters gelen takıma karşı üstün futbol ve attığı 2 gol...

Ardından son 20 derbide sadece 2 kez kazanabilen bir takımın oyuncusu olarak Fenerbahçe derbisinde attığı 2 gol...

Büyük maçları büyük futbolcular kazandırır. Aynı Hagi gibi, Sergen gibi, Alex de Souza gibi...

Geldiği ilk günden beri yazıyoruz onu...

Süper Mario Gomez...

O bir dünya yıldızı ve Beşiktaşlılar onun gibi bir golcüye sahip olduğu için çok şanslı...

Sakatlanmazsa ve sürekli forma giyerse (Cenk Tosun'a da yazık oluyor ama o da bu konuda çok şanssız) sezon sonunda 25 golü rahatlıkla bulacaktır...

21 Eylül 2015 Pazartesi

4 EKİM 2015 - Bu maçlar kaçmaz...


4 Ekim 2015 Pazar günü evdeyseniz eğer, o gün hiç dışarı çıkmayın derim :)

Saat üç buçuktan gece 12'ye kadar tam 6 güzel ve çekişmeli maç bizleri bekliyor olacak.

6 farklı ligden dünyanın en iyi futbolcuları ekranda olacak. Heyecandan hangisini izlesem acaba diye sıklıkla kararını değiştireceğiniz maçlara sizler de bir göz atın ve o gün kimselere randevu vermeyin derim :)

18 Eylül 2015 Cuma

Tenisi hiç bırakma e mi?


Nadal ve Djokovic şöyle dursun, sen bir başkasın... Asaletin, oyun içindeki jest mimiklerin, tavrın, gittiğin her kortta seyircilerin neredeyse tamamının tek yürek destek vermesi, kırdığın bütün rekorlar ve daha fazlasıyla hiç yaşlanmıyorsun, yaşlanmayacaksın...

Belki de 40 yaşına kadar oynayacaksın da. Oyna zaten, oyna ki seni daha yeni tanıyacak jenerasyonlar da seni izlesinler, hayran kalsınlar. 35'ine dayanmış biri olarak hala üst üste Grand Slam finalleri oynuyorsun ya, işte bunu ileride Rafael ve Novak yapabilecekler mi? İşte buna pek inanmıyorum.

Zaten tenis demek Federer demek, aynen basketbol demek Michael Jordan demek gibi birşey aslında. Onun maçını izlediğinizde aldığınız his, enerji kesinlikle diğerlerinden çok öte bir yerde. Bunların hiçbiri tesadüf değil ve olamaz da...

18.Grand Slam'ini kazanana dek tenis oynamaya devam et Roger... Bu yolda belki de en büyük engel Djokovic ama olsun, bir gün o da olacak. Sonuna kadar destekçiniz...

GO ROGER...

15 Eylül 2015 Salı

DOĞA VE ÇOCUKLAR İÇİN KOŞUYORUZ. HAYDİ, KOŞARAK AĞAÇ KARDEŞLİĞİ'NE DESTEK OLMAYA!

Öncelikle şunu ifade etmeliyim ki, sosyal sorumluluk projelerini çok fazla önemsiyorum ve böyle bir projeyi görünce de en azından 'çorbada tuzumuz olsun' mantığıyla böyle bir duyarlılık paylaşımı yapmaya karar verdim ve bu projeyi tüm arkadaş, dostlar ve takipçilerimin de bilmesini istedim...
..........................

Bu günlerde "Adım Adım Oluşumu" adını  çok sık duyuyoruz ama duymayanlar için bu anlamlı
oluşumu anlatalım. Adım Adım, Mart 2008’de, yardımseverlik koşusunu Türkiye’de tanıtmak ve
yaygınlaştırmak için kurulan ilk sivil toplum oluşumu. 6 bin gönüllü koşucusu ve 66 bin bağışçısı aracılığıyla bünyesinde yer alan Sivil Toplum Kuruşları'na maddi kaynak ve tanıtım desteği sağlıyor.

Peki nasıl oluyor? Çok kolay. 15 Kasım’da İstanbul Maratonu yapılacak ya, eğer siz de koşmaya
karar verdiyseniz, yalnızca koşmak yerine Adım Adım Oluşumu içinde yer alarak koşunuzu bir
STK’nın yararına yapabilirsiniz. Örneğin, TEMA Vakfı bu yıl Adım Adım Oluşumu içinde "Ağaç Kardeşliği" projesine destek sağlamak amacı ile yer alacak.

Siz koştukça ve sizin adınıza yapılacak bağışlarla neler oluyor neler:

• Türkiye’nin 7 bölgesinden çocuklar, yıl boyunca bu özel doğa eğitim programına katılacak
• Boynuna asabileceği şekilde tasarlanmış bir gözlem kutusunun merceğinden doğal varlıkları
yakından inceleyecek
• Kendi saksısına, kendi tohumunu ekip bir fidanın yetişmesine tanıklık edecek
• Fidanı yetişirken gözlem defterine duygularını, düşüncelerini not edecek
• Zamanı gelince yetiştirdiği fidanı toprakla buluşturacak
• Tüm bu süre boyunca TEMA Vakfı’ndan gönüllüler onu ziyaret edecek, sorularını yanıtlayacak
• Eğitim alan her çocuk için Çanakkale’de bir fidan dikilerek 4.000 fidanlık bir Hatıra Ormanı
oluşturulacak. Çanakkale’de fidanlar dikile dursun, 7 ildeki 4000 çocuk bir yandan da "yaparak ve
yaşayarak" doğa eğitimi alacaklar. Bu eğitimin bir parçası olarak kendilerine dağıtılan saksılara
Çanakkale’deki 4.000 fidanın kardeşi olan ağaçları yetiştirmek için tohum ekip filiz vermesini ve bir
fidanını yetişmesini gözlemleyecekler.


Çocuk, saksıda yetiştirdiği fidan, ormandaki fidan, onun için koşanlar  ve onların bağışçıları; herkes
ağaç kardeşi olacak.

TEMA Vakfı'nın hedefi 4000 çocuğa bu eğitimi verebilmek ve 8000 fidan dikebilmek. Çocuklar da
Ağaç Kardeşliği projesi ile TEMA Vakfı uzmanları tarafından tasarlanmış, doğayı deneyimlemeye
ve gözlemlemeye dayanan bir eğitim alacak.

Sizleri böylesi güzel bir projeden haberdar etmek bizden koşması sizden.

http://www.adimadim.org/uyelik/Uyelik.aspx linkinden üye olarak bu projeye dahil olabilir ve
TEMA Vakfı'nın Ağaç Kardeşliği adına koşarak ya da koşuculara bağış yaparak
destekleyebilirsiniz.

facebook.com/adimadimtema

Bir Boomads Sosyal Sorumluluk İçeriğidir.

14 Eylül 2015 Pazartesi

Beşiktaş şampiyon olabilir mi?

Böyle bir soru belki size abes gelebilir, hatta ligin 3 büyüğünden biri olan Beşiktaş'ın tabii ki her zaman şampiyonluk yarışında olacağını söyleyebilirsiniz ama son 20 yılda sadece 3 şampiyonluk görmüş ve sonuncusunu altı sene önce yaşamış bir takımdan bahsettiğimizi de unutmayalım. Böyle bir girişten sonra son yıllarda sıklıkla insanlardan duyduğumuz bir nota kulak verelim. Birkaç yıldır sezonun başında ya da sezonun ortasında devamlı bir şekilde hem spor yazarlarının hem de hangi takım taraftarı olursa olsun genelinin söz birliği etmişcesine söyledikleri / yazdıkları bir söylem var :

"Beşiktaş, ligin en iyi futbol oynayan, seyri en hoş takımı ve dikine oynayabilen, yaratıcı oyuncularıyla da ligin en kollektif takımı. Hatta bunu sürdürebilirlerse de şampiyonluğun en güçlü adayı."

Nedense medya - yazar - taraftar üçgeninde bu kadar övülen, futbolcuları ve teknik adamı göklere çıkarılan bu takım ilerleyen haftalarda - özellikle ligin son düzlüğünde - tökezliyor ve şampiyonluğu ezeli rakiplerine kaptırıyor. Bırakın kaptırmayı lig ikinciliği de gidiyor ve sezonu üçüncülük - beşincilik arası bir yerde tamamlıyor. Bununla birlikte Şampiyonlar Ligi treni kaçırılıyor, devamlı olarak UEFA kontenjanından Avrupa yolları aşındırılıyordu ( 2013-2014 sezonunda ligi üçüncü sırada bitirdi ama F.Bahçe'nin cezası sebebiyle Şampiyonlar Ligi'ne katıldı). Beşiktaş'ın son şampiyonluğunun üzerinden tam 6 sene geçti. Bu altı sene içerisinde Beşiktaş ligi üç kere 3., iki kere 4. ve bir kere de 5.sırada bitirerek tam bir hayal kırıklığı yaşattı taraftarlarına. Onun da ötesinde tüm tahmincileri yanılttı.


2015 - 2016 sezonuna, yıllarını futbola vermiş ve Türk futbol tarihinin en başarılı 3 teknik adamından biri olan Şenol Güneş ile iddialı bir şekilde giren Beşiktaş, ilk 4 haftası geride kalan ligde Fenerbahçe ve Trabzonspor'un bir puan gerisinde 3.sırada olmasına rağmen yine çoğunluğa göre ligin en pozitif oynayan takımı ve geçmiş iki senelik Bilic tecrübesine göre daha saldırgan, daha golü koklayan ve isteyen bir takım hüviyetinde. Zira Slaven Bilic ile ilk sezonunda 53, geçen sezon ise toplamda sadece 55 gol atıp 1,60 gol ortalaması tutturabilen Beşiktaş'ın bu sezon ligin ilk dört haftasında attığı 12 gol ile maç başı 3 gol ortalamasına sahip olması hem kendilerine özgüven sağladı, hemde rakiplerinin gözlerini korkutmaya yetti. İlk dört haftalık periyotta rakiplerinden Galatasaray 2, Fenerbahçe ise 1,5 ortalamada kaldı. Ligin sonunda ne olur bilinmez ama bu defa Beşiktaş'ın hem teknik direktörünün tecrübesi, hem takımdaki kadro kalitesinin 'son yılların en iyisi' olması gibi etkenlerle beraber sezon sonunda ipi göğüsleme şansının daha fazla olduğunu net bir şekilde söyleyebiliriz. Slaven Bilic ile iki yılda tek bir derbi kazanamamasının direkt olarak şampiyonluğa etki etmesi, Şenol Güneş'in üzerinde en çok kafa patlatacağı ve üstesinden gelmesi gereken dersi olacak. Şenol Güneş, her ne kadar Bilic gibi takımın stadı olmaması gibi bir handikapı yaşayacak olsa da stadın hazır hale geleceği ligin ikinci yarısı ile beraber bu açığı lehine çevirebilecek bir joker hakkına da sahip.

Beşiktaş taraftarının son 20 yılda gelen sadece 3 şampiyonluk sonrası (1995, 2003 ve 2009) şampiyonluğa aç olması, İnönü stadının yeniden inşasıyla görkemli bir arenaya sahip olacak olması ve ligin ofansif anlamda en üretken yapıda bir kadroya sahip olması gibi etkenler Beşiktaş'ı özlediği şampiyonluğa pekala itebilir. Slaven Bilic ile olan 1-0'dan sonra geriye yaslanma, skoru koruma hastalığına gerekli teşhisi koyup, 'Güneş etkisi' ile resmen kabuk değiştiren bir yapıda 2-0, hatta gerekirse 3-0'ı yakala mantığını başarılı bir şekilde takıma empoze eden Şenol Güneş ve ekibi bu tarihi fırsatı nasıl değerlendirecek, hep beraber göreceğiz.


Takımın yeni maestrosu Oğuzhan'ı, bitmek bilmez enerjisi ile Olcay'ı, çilingir Sosa'sı, akıllanmış bir Q7'si ve sadece futbola konsantre olan Gökhan Töre'si ile... Beşiktaş'a gelmiş geçmiş en iyi nokta santrfor olduğunu düşündüğüm 'bitirici vuruş harikası' Mario Gomez'i, fırsat bulduğunda bir gol kralı olabilecek kapasiteye sahip olan Cenk Tosun'u ile... Geçen sezona göre daha iyi yer tutan ve güven veren Tolga Zengin'i ile... Ligin ikinci yarısında transfer yapılmasa bile yeni transfer kıvamında olacak Veli Kavlak ve Tolgay Arslan'ı ile... Geçmiş yıllara nazaran yedek kalsa da bu defa daha üretken ve ısıran Kerim Frei ile... Takımda şimdilik tek alternatifi olmayan ve her maça taraftarlarının nazar boncuğu / duasıyla çıkan görev adamı Atiba'sı ile... Savunmada her ne kadar tam oturmasalar da çok da açık vermeyen Rhodolfo ve Ersan'ı ile... Geçmişte sürekli SOS verdikleri savunmanın beklerinde 'kademe' bilgileri ile istikrarlı futbol oynayan Tosic ve Beck'i ile Beşiktaş şampiyonluğu yine sonuna kadar kovalayacaktır.

Rakiplerinden özellikle Fenerbahçe'nin oldukça geniş ve rotasyonlu kadrosunun varlığı Beşiktaş'ı en zorlayacak takım görüntüsü veriyor. Zira en önemli dezavantajlarının ülke futbolunu yeteri kadar tanımayan Pereira olsa da bunu oldukça kaliteli ayaklara sahip olan Van Persie, Nani, Markovic, Volkan Şen, Fernandao  ve Ozan Tufan gibi direkt sonuca etki eden futbolcularıyla örtmeye çalışan ve bunda da kısmi şekilde başarılı olan Fenerbahçe'nin ilerleyen haftalarda vitesi daha yükselteceği de net bir gerçek.

Geçen sene sonradan açılan Galatasaray'ın ne yapacağını şimdilik kestirmek güç ama onlar da Sneijder ve Muslera gibi iki şampiyon adamın artacak performanslarının yanına en az iki ekstra performans gösterecek (geçen sezon Yasin + Selçuk) futbolcu bulabilirlerse yarışta sonuna kadar bende varım diyecektir. Melo'nun boşluğu, Hamza Hoca'nın yeteri kadar kendini takıma verememesi, Dursun Özbek ve taraftar arasındaki soğukluk, Şampiyonlar Ligi'nin getireceği psikolojik ve mental yorgunluk gibi parametreler onlar için ligin önemini belirleyici etkenler olacaktır.

9 Eylül 2015 Çarşamba

ABD - Yunanistan / World Cup 2006

Tarih : 1 Eylül 2006 Dünya Basketbol Şampiyonası yarı final karşılaşması...

Amerika Birleşik Devletleri - Yunanistan mücadelesi. 

Yer : Saitama - Japonya

Maçtan önce tabii ki olağan favori Amerikanlar. Efsane basketbolcu Kobe Bryant'ın hem de en formda olduğu dönemlerde 2006 NBA play-off serilerindeki sakatlığından dolayı turnuvayı kaçırmasına rağmen, ABD takımında o sıralarda öyle genç ve altın bir jenerasyon vardı ki, kupayı almamaları için hiçbir sebep yoktu. Bu altın jenerasyon ileride o kadar büyük başarılara imza atacaklar ki, belki de bu maç onların ileride parlamaları için müthiş bir tecrübe olacaktı. ABD kadrosunda 2003, 2004 ve 2005 draftlarının en iyi oyuncuları sahnedeydi. Başta Lebron James ve Dywane Wade olmak üzere Carmelo Anthony, Chris Bosh, Kirk Hinrich, Chris Paul, Dwight Howard'ın yaşları 21 ila 25 arasında. Koç Mike Krzyewski önderliğinde mini bir rüya takımı havasındaki ABD, diğer yarı final maçı olan Arjantin - İspanya maçının galibi ile final oynayıp kupayı ülkelerine götürmenin planlarını yapıyorlardı. Carmelo, LeBron ve Wade biraz tutunmaya çalıştılar, Chris Paul inanılmaz kötü oynadı. Howard ve Bosh ise beklentinin gerisinde kaldılar. Belki bu maç 2 sene sonra oynansaydı ABD, Yunanistan'ın üzerinden silindir gibi ezip geçerdi ama biraz rakibi ciddiye almama, biraz da Yunanistan'ın onur mücadelesi ile ABD'liler hiç beklemediği bir maç sonrası evlerinin yolunu tuttular. Kobe bir saha içi liderin yaşları 21 ila 25 arasında değişen bir takımda neler yapabileceğini belki göremedik ama onun oynadığı 2008 ve 2012 Olimpiyatlarında Kobe şampiyonluklar yaşattı takımına.


Yunanistan'da başrollerde, şimdilerde kafasında saç kalmayan ama gençliğinin enerjisini olağanüstü şekilde sahaya yansıtan Vassilis Spanoulis ve onun sadece 2 yaş büyüğünde en olgun çağında Dimitris Diamantidis vardı. Schortsanitis ise iri cüssesini en genç taşıdığı yıllarda ve o da LeBron, Carmelo, Bosh ve Wade gibi efsane 2003 draftından. Serbest atışları yine kaçırıyor ama pota altında ise inanılmaz işler yapıyor. Öte yandan takımın ağabeyleri Papaloukas'ın öldürücü asistleri ve Kakiouzis'in kritik sayıları ise tecrübelerinin sahaya yansımış halleriydi. Bu Amerika'yı yenmek için bir an bile konsantrasyonu kaybetmemek şarttı ve onlar maçın son anına kadar üst düzey performans gösterdiler. Bunda koçları Panagiotis Giannakis'in üst düzey taktik ve disiplin anlayışının önemli bir rolü vardı. Yunanistan'ın böylesine görkemli bir galibiyetin ardından finalde, turnuvanın en değerli oyuncusu seçilecek olan Pau Gasol'lü İspanya'ya sadece 47 sayı atmaları ise büyük bir sürpriz olarak tarihteki yerini alacak ve ikincilikle yetineceklerdi.

Maçın 14.dakikasına 33-21 geride giren Yunanistan, bu dakikadan sonra ABD'ye karşı muazzam bir savunma ve etkili hücumu ile farkı kapatıp ikinci çeyreğin sonlarında öne geçti ve bir daha da asla geriye düşmeden maçı 101-95'lik skorla hakkı ile kazandı. Gelin 9 sene öncesine tekrar gidelim ve bu unutulmaz maçı hep beraber tekrar yaşayalım...


4 Eylül 2015 Cuma

Mario Gomez - Van Persie / Euro 2012

Çok değil sizleri 3 yıl öncesine götürmek istiyorum, Euro 2012'ye...

Bizim ülke olarak Euro 2008'deki yarı finalimizden sonra hiçbir büyük turnuvaya katılamadığımızı biliyorsunuz. Euro 2012'de bunlardan birisiydi. Yine 4'erli 4 grup vardı şampiyonada. Turnuvanın ağır abisi ve favorilerinden Almanya'nın grubu oldukça güçlüydü. Hollanda, Portekiz ve Danimarka. Hepsi de kağıt üstünde güçlü sayılırdı. Biraz Danimarka sırıtıyor gibiydi ama böylesine üst düzey bir turnuvada kimin ne zaman ne yapacağının belli olmayacağı gerçeğini biz zaten Euro 2008'de Çek Cumhuriyeti ve Hırvatistan karşısında tüm dünyaya göstermiştik.

Almanlar, Cristiano Ronaldo tehditine rağmen Hollanda ile beraber grubun favori iki takımıydı. Grubun ilk maçında Danimarka ile oynayan Almanlar, Lukas Podolski ve Lars Bender'in golleriyle rakibini zor da olsa 2-1 yenerek turnuvaya başlamıştı. Portakallar ise ilk maçtan hayal kırıklığı yaratıyor ve Ronaldo'yu durduramayınca sahadan 2-1'lik yenilgiyle ayrılıyordu. Benim sizlerle asıl paylaşacağım konu ve maç ise grup ikinci maçı. Almanya ile Hollanda grubun kritik maçı için sahnedeydiler. Bert van Marwijk önderliğindeki Portakallar için tamam mı devam mı niteliğinde bir maç oynanacaktı. Almanlar ise beraberliğe asla hayır demezdi.


Joachim Löw, takımına o kadar güveniyordu ki, neredeyse 4 forvetle sahadaydı. Şüphesiz bu taktik düzeninde Hollanda'nın rakibinden korkmaması imkansızdı. Forvette şimdilerin Beşiktaşlısı, o zamanın Bayern Münih'lisi Mario Gomez ve Köln'den Arsenal'e transferi gündemde olan, şimdilerin G.Saray'lısı Lukas Podolski var. Hemen arkalarında kanatlarda Mesut Özil ve Thomas Müller. Orta alanda merkezde ise Sami Khedira ve Bastian Schweinsteiger var. Hollandalıların da böylesine tehlikeli bir rakibine karşı son kozunu oynaması münasebetiyle onlar da 4-2-4 ya da bir nevi 4-2-3-1 düzeni ile sahaya çıktı. İleri uçta o zamanlarda Arsenal'den ayrılması gündemde olan, şimdilerin F.Bahçelisi Robin van Persie, hemen arkasında o zamanın İnter'lisi, şimdilerin G.Saray'lısı Wesley Sneijder, Arjen Robben ve İbrahim Afellay. Orta merkezde ise Mark van Bommel ve de Jong ikilisi var. Hatta 83'te oyuna eski F.Bahçeli Dirk Kuyt'ta dahil oldu. İki takımın da kadroları, hücum güçleri muazzam yeteneklerle doluydu.

Şimdilerde Ada'da M.Unıted forması giyen Schweinsteiger'in 2 usta işi asist yaptığı maçta Mario Gomez rakip fileleri ilk yarıda iki kez havalandırınca, Portakallar için artık yolun sonu oldukça yakın olmuştu. Gomez'in özellikle ilk golde topu alışı, dönüşü ve vuruşu birinci sınıf santrfor işiydi. İkinci yarıda skoru korumaya çalışan bir Almanlar ve erken gol ile umutlanmak isteyen ve saldıran bir Hollanda vardı sahada. Nitekim bu saldırı 73'te cevap verecek ve van Persie kendisine has oldukça usta işi bir gol atacaktı. Fakat kalan dakikalarda sonuç değişmeyecek, Hollanda daha ilk grup aşamasında Avrupa Şampiyonası'na veda edecek, Almanlar ise yarı finalde belalıları İtalya'ya hem de Balotelli'nin iki golü ile boyun eğecekti. Fakat Almanlar bir sonraki üst düzey turnuvada, Brezilya'daki 2014 Dünya Kupası'nda hem de Messi'li Arjantin'i mağlup edecek ve kupa özlemini giderecekti.

.................................

Ülkemize ilk transfer olduklarında Mario Gomez mi Robin van Persie mi? soruları çok soruluyordu. Zaman geçtikçe yine sorulmaya devam edecek. Belki sorunun cevabında asla genel bir uzlaşı olmayacak ama biz yeter ki onları küstürmeyelim ve onların etinden sütünden sonuna kadar faydalanalım. Çünkü onlar gibisi yakın zamanda bir daha gelmeyebilir...

                                           İşte Gomez'li, Van Persie'li o maçın golleri....

3 Eylül 2015 Perşembe

2015 - 2016 Şampiyonlar Ligi Öngörüleri

Havalar nispeten yumuşar, biraz serinler. Duygusal bir aydır Eylül. Hatta kimilerine göre bir aydan daha çok, tek başına bir mevsimdir kendisi. Her türlü duyguyu, hüznü, romantikliği içinde barındıran bu ayda futbolseverler için daha büyük bir keyif vardır; o da tabii ki Şampiyonlar Ligi'nin başlaması. Eylül ayının ortalarında o muazzam müziği eşliğinde ekran karşısında yerler alınır ve maçlar büyük bir heyecanla izlenir.

.......................................

Yıllar önce 2003'te yine radikal bir karar alınmış ve futbolcuların bir sezonda oynadıkları maç sayısının getirdiği yorgunluk, sakatlık vb. gibi durumların önüne geçmek için daha önce çeyrek final öncesinde oynanan 4'erli 2 grup formatı birer gruba indirgenmişti. Yani 2003'ten önce bir takım gruplara kaldığında ilk 2'ye girerse ikinci gruplara kalıyor ve yine 4 takım arasından ilk 2'ye girmeye çalışıyordu. Zaten bundan sonrası da çeyrek final, yarı final, final diye herkesçe bilinen bir düzende sonlanıyordu. 2003'ten günümüze kadar ise gruplardan çıkan 2'şer takım ikinci tura yani çift maçlı eleminasyon sistemiyle eşleşiyor ve süreç çeyrek final ve sonrasıyla devam ediyor.

2015 - 2016 sezonu yani bu sezondan itibaren ise Platini önderliğinde bir format değişikliği daha yapıldı ve bu defa da ülke şampiyonlarının haklarını korumak adına grup eşleşmeleri kurasında ilk torbaya aynı ülkeden sadece bir takım koymak şartıyla, Avrupa'nın en çok puan toplayan 8 ülkesinin şampiyonları dahil edildi. Böylelikle; Portekiz, Hollanda ve Rusya şampiyonları da artık sürekli birinci torbaya girebileceklerdi. Söz konusu 3 ülkenin şampiyonlarının birinci torbadan kuraya katılması, şüphesiz ikinci torbadaki takımların gücünü ve kalitesini artırdı. Yıllarca birinci torbanın müdavimleri olan Arsenal, Manchester Unıted, Real Madrid gibi takımlar birinci torbadan (aynı ülkedeki rakibi olmamak kaydıyla) Barcelona, Chelsea, Bayern Münih, Juventus gibi takımlarla eşleşmek zorunda kalacaktı. Zaten bu sezon ki Juventus - Manchester City, Real Madrid - PSG ve Bayern Münih - Arsenal eşleşmeleri de hep bu kura - format değişikliklerinin ortaya çıkardığı yeni heyecanın yansımalarıydı. Bu eşleşmelere ek olarak bir de Barcelona - Manchester Unıted eşleşmesi de olsa iyiydi :)


Temsilcimiz Galatasaray'ın da yer aldığı Benfica, Atletico Madrid ve Astana grubunda şüphesiz iyi bir kura çektiğimiz gerçek. Hatta İngiliz Telgraph gazetesi bile yaptığı tahminde Atletico Madrid'i grup lideri, Galatasaray'ı ise grup ikincisi olarak gördüler ve birinci torbadan gelen Benfica'nın yoluna UEFA'dan devam edeceğini öngördüler. Aslında gayet mantıklı bir tahmin ama bu süreçte G.Saray'ın potansiyelini zorlaması ve takım bilincinde oynayarak, her türlü dış baskılara göğüs gerip, kulüp içi sorunların rafa kaldırıldığı bir kafa yapısı ile mücadele etmesi şart.

................................................

Dünya Futbolu'nun TOP 3'ü olan Barcelona, Bayern Münih ve Real Madrid'in eğer birbirleriyle eşleşmezlerse yarı finaldeki 4 takımdan 3'ü olmaları son 4 yılda görmeye alışık olduğumuz somut bir gerçek. Son dört yıldaki yarı finallerin üçünde bu üç takımı aynı anda gördük ve dört finalin üçünü yine bu takımlar kazanarak tam anlamıyla gövde gösterisi yaptılar (diğerini Bayern karşısında penaltılarla Chelsea kazandı). Son 8 yılda Barcelona 7 kez yarı final oynarken, son 6 yılda ise Real Madrid ve Bayern Münih 5'er kez yarı final oynama başarısı gösterdiler. Bu üstün başarılarındaki en büyük anahtarlar ise dünyanın son 10 yılına damga vuran üç futbolcuya (Messi, Ronaldo, Robben) sahip olmalarıydı. Yine aynı tabloyu yaşamamız ise oldukça olası görünüyor. Bu 3 takımı zorlayacak kalitede takım sayısının kağıt üstünde az olması da diğer takımlarla olan makas aralığının ne kadar büyük olduğunun ispatı gibi. Chelsea, PSG, Arsenal, Juventus, M.City hatta Atletico Madrid gibi takımlar her zaman bir tehdit oluşturuyorlar ama iş çift maçlı eleminasyon sistemine geldiğinde genelde hep bu 3'lü 180 dakikaların sonunda gülmeyi başarıyor. İstedikleri transferleri yapamayan ve hala takım görüntüsü vermeyen Van Gaal'in Manchester'ını yukarıdaki takımların yanına yazmak şimdilik pek mümkün görünmüyor.

................................................

2016 Nisan'ına geldiğimizde kaba bir tahminle son 8'e kalacak takımlardan 6 tanesinin Barcelona, Bayern Münih, Real Madrid, Chelsea, Atletico Madrid, Manchester City olacağını düşünebiliriz. Kalan iki kontenjan için ise dört aday takım var. Kura şansının bu iki kontenjanı belirlemede temel nokta olacağı takımların; Manchester Unıted, Arsenal, PSG ve Juventus (umarım G.Saray da olur) olduğunu söyleyebiliriz. Sürprizleri çok sevmeyen Şampiyonlar Ligi'nde bu konuda istisna sayılabilecek başarılara ise geçen sezon çeyrek finalde Juventus'a kıl payı elenen Monaco ile 2012 - 2013 sezonunda tamamen hakem skandalı ile çeyrek finalde Dortmund'a elenen Malaga'yı ve 2011 - 2012 sezonunda adını son sekize yazdıran Apoel'i örnek gösterebiliriz.

1992-1993 sezonunda yarı final oynanmadan final oynandı, kupayı Marsilya kazandı.
Eski adı Şampiyon Kulüpler Kupası olan ve 1992 yılından günümüze futbolda dünyanın en büyük kulüp organizasyonu ilan edilen Şampiyonlar Ligi'nde 23 yılda hiçbir takım bu büyük kupayı üst üste iki kez müzesine götüremedi. Bu istatistik bir gün mutlaka değişecek, bundan kimsenin şüphesi yok ama "bu sezon sonu bunu görür müyüz?" İşte yanıtını aradığımız soru da tam da bu aslında. Futbol tarihinin en iyi hücum üçlülerinden birine sahip olan Barcelona'nın geçen sezonun kupa sahibi apoleti ile bu sezonda da en baş favori olduğunu düşünürsek, buna Messi'nin de artık en olgun çağlarını yaşadığını da eklersek tarihe geçecek bu başarının çok da zor olmadığını söyleyebiliriz. Tabii ki bu alanda Arda Turan'ın da Ocak ayından itibaren Barcelona için önemli bir kilit görevde oynayacağını da not düşelim. Zira Barcelona hücum anlamında kusursuz ama bu defa savunması çok iyi değil ve Pedro gibi bir jokerin olmadığı, 32 yaşına basmasına az kalan takımın ağabeyi İniesta'nın skoru değiştirecek gücünün gün geçtikçe azaldığı bir ortamda Arda Turan'ın yapacakları Barcelona için çok önemli bir hal alacak.

...........................................

Öte yandan, Bayern Münih ile 3.sezonunu geçirecek olan ve Şampiyonlar Ligi dışındaki tüm kupaları alan taktik dehası Guardiola ise bu sezonda kupanın kazanılmaması halinde kendisinin görevi bırakması en doğru karar olacak. Douglas Costa ve Arturo Vidal ile nokta transferler yapan Bawyeralılar Robben, Müller, Lewa önderliğinde kupanın her zaman en önemli favorileri adayları arasındaki yerini alacak. Kaldı ki bu sezon Messi ve Ronaldo'dan sonra en çok kim konuşulacak derseniz ben oyumu "2.Robben" diye gördüğüm Douglas Costa'dan yana kullanırım...

Toplumun büyük çoğunluğunun güvenmediği ve başarısız olacağına inandığı Rafael Benitez ise kadrosunun kalitesi ve Ronaldo gibi bir silahıyla yine kupanın favorileri arasında. Özellikle Madrid taraftarlarının Gareth Bale'i hedef alması ve onu istememesi takımda huzursuzluk yaratacaktır. Bu noktada özellikle James Rodriguez'in geçen sezona nazaran daha inisiyatif alacağı da ayrı bir gerçek.

'Futbolun serseri mayını' Di Maria transferi ile daha bir güçlenen PSG ise yol haritasında büyük üçlü ile eşleşmeden yarı finale çıkabilmenin hayalini kuracak. Geçen sezon ikinci turda Chelsea'yi eleyip rüştünü tamamen ispatlayan Zlatan komutasındaki Paris ekibi her türlü sürprizi barındıran bir yapıya sahip. Baş favori olduğu Premier Lig'e inanılmaz kötü başlayan Chelsea ise Mourinho ile kolay çektiği grup kurasından sonra dişine göre bir rakip bekleyip PSG gibi en kötü bir yarı final isteyecek. Aynı şekilde Juventus, Atletico Madrid ve sezona muazzam transferlerle harika bir giriş yapan Pellegrini'nin Manchester City'si de "Büyük üçlü"nün olası çeyrek final eşleşmelerini bekleyip en azından birinin saf dışı kalmasını bekleyecekler.

Son olarak; en keyifli ve çekişmeli geçmesini beklediğim gruplar; B,C, D ve H grupları olacak. Sahi sizler ne düşünüyorsunuz? Sizlerin tahmini neler? Sürpriz beklediğiniz takımlar hangileri?