Gerrard'sız bir Liverpool, Casillas'ın olmadığı bir Real Madrid, Xavi'siz bir Barcelona, Schweinsteiger olmadan Bayern Münih (gönderiliş sebebi farklı olsa da), Pirlo'suz bir Serie A...
Drogba ve Lampard'ın Ada'dan uzaklara kaçışı, son 15 yılın en iyi 3 kalecisinden biri olan Petr Cech'in acısını kalbine koyarak 11 sene aradan sonra Chelsea'den gönderilişi ve modern çağın filozofu Klopp'un futboldan kısa zamanlı kopuşu...
Efsaneler birer birer uzaklaşırken aramızdan...
Konduramıyoruz belki de onların bu şekilde gidişlerine. Hep aynı takımda kalsaydılar diyoruz ama 'nankör' futbol ve 'hayırsız' yöneticiler hep onları "30+ yaş sendromu"ndan uzaklara iteliyor. Tıpkı daha önce Raul'un Galacticos'tan koparılması gibi, Del Piero'nun Juventus'tan zamansız ayrılışı gibi... Belki de birkaç yıl sonra sıra Rooney'e gelecek, Ramos'a gelecek, Ribery, Buffon, Terry, İniesta'ya gelecek. Kim bilir? Herkes Giggs, Scholes, Maldini, Puyol, Zanetti gibi şanslı olmuyor maalesef.
Şüphesiz hepsine üzüldüm ama en çok da, 25 yılını kulübe veren ve küçük bir çocuk gibi ağlaya ağlaya giden Casillas ve 'Serie A' markasının son 7-8 yılda iyice yerlerde süründüğü bir ortamda tek başına mücevher gibi parlayan ve çevresindekilere de bir ışık olan nam-ı diğer 'başbakan' Pirlo'nun ABD'ye gitmesine üzüldüm.
Dünyanın en büyük derbi organizasyonu olan Real Madrid - Barcelona maçlarında artık iki efsane Casillas ve Xavi olmayacak. Buna alışmak hiçte kolay değil. Schweinsteiger demek Bayern Münih'in kalbi demek. Her ne kadar gitmeyi kendisi istese de Bastian'a Bawyera'nın bağrından verilen güç, bağ, dinamizm halefi olan Vidal tarafından ne derece verilebilecek? Gerrard'ın Liverpool ile olan gönül ilişkisini, takımın en başarısız olduğu dönemlerde dahi gemisini başarılı şekilde çılgın denizlerde batırmadan yürüttüğü o anları asla unutmayacağız. Gerrard'ın her şeyiyle takımın üzerindeki görüntüsünü Henderson üstlenebilecek mi?
Drogba'nın efsane olduğu Chelsea'de ve 2 sezon kaldığı Galatasaray'daki maçları, Türkiye Ligi'ne kattığı marka değeri de hep aklımızın bir köşesinde kalacak. Chelsea gibi bir kulübü dünyanın en prestijli markalarından biri haline getirmede en büyük yardımcılarından olan, ortasaha oynamasına rağmen golcülüğü, efendiliği ve 'adam'lığı ile nam salan Lampard'ın Avrupa'yı terk etmesi de ayrı bir üzüntü, ayrı bir sinir bozucu etken. Ya Cech gibi efsane bir kalecinin henüz 33 yaşında olmasına rağmen her şeyini verdiği Chelsea'den ezeli rakibi Arsenal'e gönderilişine ne demeli? Cech belki hala Londra'da ama mavilerdeki ortamı, ev sahipliğini, arkadaşlık ilişkilerini, en önemlisi de huzuru Wenger'in kırmızı malikanesinde bulabilecek mi?
"Andrea Pirlo demek Serie A demek". Peki şimdi çizmeyi kim temsil edecek? Usta frikikleri, otoriter ruhu, kazanma arzusu, futbolun kitabını yazan kişiliği ile Pirlo'suz bir Serie A çok da takip edilesi görünmüyor. Son yılların en modern futbol düşünürlerinden Jurgen Klopp'un harika Dortmund projesinin de bu kadar erken bitmesi ve Klopp'un kendi deyimiyle futbola biraz ara vermesi de dünyanın dört bir yanındaki hayranlarını bir hayli üzdü. Dortmund'u eski günlerine geri döndüren efsane projesi başarıyla sonuçlandı ve misyon tamamlandıktan sonra kabuğuna çekildi. Futbolun dahi filozofu bir gün daha sağlam geri dönecektir, beklemedeyiz...
29 Temmuz 2015 Çarşamba
20 Temmuz 2015 Pazartesi
Falcao, Chelsea'de Başarılı Olabilir Mi?
2003'de Roman Abramoviç gibi bir milyarderin Chelsea kulübünü satın alması ile başlayan yolda, Chelsea bugüne kadar milyar dolarlık transfer harcaması yaptı ve şu an dünyanın en prestijli futbol kulüplerinden biri haline geldi. Şüphesiz bu makamına direkt etki eden en büyük temel taş belki de Jose Mourinho. Onun görev aldığı zamanlarda her ne kadar Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu yaşayamasalar da Premier Lig'de Manchester Unıted'ın hegomanyasına son verdiler. Arsenal'i her fırsatta geçtiler. Manchester City ise henüz 5-6 yıllık dönemde çıkışa geçti.
Abramoviç ile Chelsea bu süre zarfında o kadar hatalı transferler yaptı ki kulübün zararı astronomik rakamlarda. Özellikle forvet mevkiisinde lüzümsuz sayıda transferler yapıldı. Transfere harcanan para ve o transferden maximum faydalanabilme aralığında genel olarak sınıfta kaldılar. Belki de bir tek Didider Drogba gibi bir Chelsea efsanesi aldığı paranın hakkını verdi, hem de fazlasıyla...
Abramoviç'in geldiği 2003 / 2004 senesinden bu zamana kadar, yani 12 senelik süre baz alındığında transfer edilen forvetleri kendimce mercek altına aldım. İyi bir santrforun 2 maçta 1 gol atmasının bonservis / performans başarı aralığı anlamında yeterli olabileceği kanaatine vardım ve bunu dakikaya vurduğumuzda 180 dakikada bir gol atması gerektiği sonucuna ulaştım.
Drogba'nın yanında kısa süreliğine takımda kalsalar da istatistik bazında çok da kötü oynamayan (fakat taraftarların beklentilerine tam olarak cevap veremeyen) Crespo ve Shevchenko gibi isimler de maalesef arada kaynadılar. Anelka ise bir sezon gol kralı olmasına rağmen görev aldığı süre ile ters orantılı attığı golle benim için sınıfta kaldı. Başta 50 milyon sterline alınan Fernando Torres, Adrian Mutu, Mateja Kezman, Claudio Pizarro, Victor Moses gibi isimler tam anlamıyla yanlış transfer olarak göze çarptılar. Beşiktaş forması giyen Demba Ba ve bu sezon Antalyaspor ile yeni bir maceraya yelken açacak olan Samuel Eto'o ise tam sınırda kaldılar. Belçika'nın son dönemlerde yetiştirdiği en büyük golcü olan Romelu Lukaku ise Jose Mourinho'nun kariyerinde yaptığı en büyük hatalardan biri oldu. Gerek kiralık, gerekse de sonradan bonservisi ile beraber verildiği kulüplerde Lukaku onlarca gol attı ve Portekizli teknik adamı bin pişman etti. Geçtiğimiz sezon takıma katılan Diego Costa ve Loic Remy ise ilk sezonlarında vasatın üzerinde hatta gayet iyi bir performans çizdiler.
Peki geçtiğimiz sezon Manchester Unıted'ta kiralık olarak forma giyen ve bu sezonun başında mavilerle anlaşan Kolombiya'lı Radamel Falcao, Chelsea'de bu sezon nasıl bir performans çizecek? Bekleyip göreceğiz. Bundan 2-3 sene önce Avrupa'nın en kaliteli 3 santrforundan biri olan Falcao, muazzam Porto ve Atletico Madrid kariyerinden sonra Monaco'da başarılı çizgisini nispeten devam ettirdi ama Van Gaal'in Manchester'ında vasat düzeyine bile yaklaşamadı. 17'si ilk 11 olmak üzere toplam 29 maç oynadı ve sadece 4 gol atabildi. Tekrar kariyerinde çıkışa geçmesi gereken Falcao açıkçası şu an bitik vaziyette. Ne morali ne de o eski yırtıcılığından eser yok.
Umarım biz yanılırız da Chelsea, 2012 - 2013 sezonunda A.Madrid'de yan yana oynayan ve toplamda 51 gole imza atan Diego Costa ve Falcao ile gerek Ada'da gerekse de Şampiyonlar Ligi'nde başarılı olur. Hem o zamanki A.Madrid'de; şimdiki Chelsea'de olduğu gibi kalede Courtois ve savunmada Filipe Luis'de vardı...
Yukarıdaki listede yer alan 15 futbolcudan 5 tanesinin ülkemizde forma giymesi de ilginç bir istatistik olarak karşımıza çıkıyor...
NOT : Süre alınan dakikalarda 5-10 dakika fark olabilir. O kadar da olsun :)
Abramoviç ile Chelsea bu süre zarfında o kadar hatalı transferler yaptı ki kulübün zararı astronomik rakamlarda. Özellikle forvet mevkiisinde lüzümsuz sayıda transferler yapıldı. Transfere harcanan para ve o transferden maximum faydalanabilme aralığında genel olarak sınıfta kaldılar. Belki de bir tek Didider Drogba gibi bir Chelsea efsanesi aldığı paranın hakkını verdi, hem de fazlasıyla...
Abramoviç'in geldiği 2003 / 2004 senesinden bu zamana kadar, yani 12 senelik süre baz alındığında transfer edilen forvetleri kendimce mercek altına aldım. İyi bir santrforun 2 maçta 1 gol atmasının bonservis / performans başarı aralığı anlamında yeterli olabileceği kanaatine vardım ve bunu dakikaya vurduğumuzda 180 dakikada bir gol atması gerektiği sonucuna ulaştım.
Drogba'nın yanında kısa süreliğine takımda kalsalar da istatistik bazında çok da kötü oynamayan (fakat taraftarların beklentilerine tam olarak cevap veremeyen) Crespo ve Shevchenko gibi isimler de maalesef arada kaynadılar. Anelka ise bir sezon gol kralı olmasına rağmen görev aldığı süre ile ters orantılı attığı golle benim için sınıfta kaldı. Başta 50 milyon sterline alınan Fernando Torres, Adrian Mutu, Mateja Kezman, Claudio Pizarro, Victor Moses gibi isimler tam anlamıyla yanlış transfer olarak göze çarptılar. Beşiktaş forması giyen Demba Ba ve bu sezon Antalyaspor ile yeni bir maceraya yelken açacak olan Samuel Eto'o ise tam sınırda kaldılar. Belçika'nın son dönemlerde yetiştirdiği en büyük golcü olan Romelu Lukaku ise Jose Mourinho'nun kariyerinde yaptığı en büyük hatalardan biri oldu. Gerek kiralık, gerekse de sonradan bonservisi ile beraber verildiği kulüplerde Lukaku onlarca gol attı ve Portekizli teknik adamı bin pişman etti. Geçtiğimiz sezon takıma katılan Diego Costa ve Loic Remy ise ilk sezonlarında vasatın üzerinde hatta gayet iyi bir performans çizdiler.
Peki geçtiğimiz sezon Manchester Unıted'ta kiralık olarak forma giyen ve bu sezonun başında mavilerle anlaşan Kolombiya'lı Radamel Falcao, Chelsea'de bu sezon nasıl bir performans çizecek? Bekleyip göreceğiz. Bundan 2-3 sene önce Avrupa'nın en kaliteli 3 santrforundan biri olan Falcao, muazzam Porto ve Atletico Madrid kariyerinden sonra Monaco'da başarılı çizgisini nispeten devam ettirdi ama Van Gaal'in Manchester'ında vasat düzeyine bile yaklaşamadı. 17'si ilk 11 olmak üzere toplam 29 maç oynadı ve sadece 4 gol atabildi. Tekrar kariyerinde çıkışa geçmesi gereken Falcao açıkçası şu an bitik vaziyette. Ne morali ne de o eski yırtıcılığından eser yok.
Umarım biz yanılırız da Chelsea, 2012 - 2013 sezonunda A.Madrid'de yan yana oynayan ve toplamda 51 gole imza atan Diego Costa ve Falcao ile gerek Ada'da gerekse de Şampiyonlar Ligi'nde başarılı olur. Hem o zamanki A.Madrid'de; şimdiki Chelsea'de olduğu gibi kalede Courtois ve savunmada Filipe Luis'de vardı...
Yukarıdaki listede yer alan 15 futbolcudan 5 tanesinin ülkemizde forma giymesi de ilginç bir istatistik olarak karşımıza çıkıyor...
NOT : Süre alınan dakikalarda 5-10 dakika fark olabilir. O kadar da olsun :)
13 Temmuz 2015 Pazartesi
Yaşlandıkça Gençleşebilmek...
“Gençlik bir hayat devresi değil, bir akıl halidir.
Yıllar cildi buruşturabilir, ancak heyecanların bitişiyle ruh buruşur.
İnsan kendine olan güveni kadar genç,
Kuşkusu kadar yaşlı,
Cesareti kadar genç,
Korkuları kadar yaşlı,
Umudu kadar genç,
Bezginliği kadar yaşlıdır.
Hiç kimse fazla yaşamış olmakla yaşlanmaz.
İnsanları yaşlandıran, ideallerinin bitmesidir.
Kalbi sevdikçe, neşe duydukça, güzellikleri fark ettikçe, beyni yeni şeyler keşfettikçe, herkes gençtir.
İnsanlar yaşadıkça yaşlandıklarını sanırlar,
Halbuki yaşamadıkça yaşlanırlar.
İnsan, yaşlı olmaya karar verdiği gün yaşlanır.”
W.E.Gladstone S.Ullman'ın şiirlerinden... ***
........................
Bu sözler sanki, tenisin yaşayan efsanesi Roger Federer için söylenmiş gibi. 'Yıllanmış şarap' tanımlamasının neredeyse tam karşılığı olan İsviçreli raket, Djokovic'e karşı son kaybettiği Wimbledon finalinden sonra dahi "hala başarıya açım" diyerek tenisi yakın zamanda bırakmaya niyeti olmadığını herkese gösterdi. O hala cesaretli, o hala umutlu, o hala idealist ve o hala genç. Federer an itibariyle 34 yaşında. Peki onu son 10 yılda en çok zorlayan Nadal (29) ve Djokovic (28), Federer gibi misal 33 yaşından sonra hala Wimbledon'da finaller görebilecekler mi ya da hala vücut olarak bu kadar fit olabilecekler mi? Ya da daha bir genelleme yaparsak herhangi bir Grand Slam finali oynayabilecekler mi? Açıkçası buna çok emin değilim...
Asaletin, kalitenin ve rekorların tek adresi Federer, çim kortların tartışmasız en iyisi. 34 yaşında hala Wimbledon finali oynamanın tek bir açıklaması olabilir; o da onun büyük bir lider olması. Daha doğrusu liderliğin onun üzerinde resmedilmesi. Zaten tarihte en çok Grand Slam kazanması (26 final 17 şampiyonluk) da onu diğerlerinden kalın bir çizgiyle ayırmaya yetiyor. Bu alanda onu en çok zorlayacak isim ise kanımca en yakın takipçisi Nadal (14) değil, son yılların terminatörü Novak Djokovic (9) olacak. Sırp tenisçi inanılmaz formda ve karşısına kim gelirse gelsin ezip geçiyor. Kariyerinin tek eksiği Roland Garros'u bir gün mutlaka kazanmasını beklediğim Novak, önümüzdeki 3 yıla daha tek başına damga vurmaya devam edecektir. (An itibariyle son 20 Grand Slam'in 15'inde final oynadı). Fizik gücünü akıl ve yeteneğiyle birleştiren Djokovic'in ardından gelecek genç nesilin de bir hayli kötü olması onun kariyeri boyunca en az 15 Grand Slam şampiyonluğunu göreceğini işaret ediyor. Bu alanda Nadal'ın bitmek bilmeyen sakatlıkları sonrası bir türlü form tutturamaması da Sırp tenisçinin işini bir hayli kolaylaştırıyor. Peki Djokovic'i kim durdurabilir? Murray, Wawrinka ya da sürpriz bir isim mi? Hayır hayır inanın çok zor. Terminatör durmayacaktır...
Tekrar gelelim tenis tarihinin yaşayan efsanesine... Federer, Wimbledon ve Amerika Açık'ı 5'er kez üstüste kazanarak belki de kimselerin kazanamayacağı muazzam bir istatistiğe sahip. Wimbledon'da ise toplamda 10 kez final oynayıp 7 kez mutlu sona ulaştı. (2 Djokovic - 1 Nadal) Bu sene yolu İstanbul'dan da geçti ve gelmişken bir kupa da burada kazandı. 291 ile en fazla Grand Slam maçı kazanan yine o (en yakın aktif tenisçi Djokovic - 200). Federer'e "çim kortların efendisi" derken kendisi gibi bir diğer efsane tenisçi Pete Sampras da Wimbledon'u 7 kez kazanmış fakat aynı başarıyı toprakta gösterememiştir. Sampras kariyeri boyunca 14 Grand Slam kazanmasına rağmen Roland Garros'ta bir kez dahi şampiyon olamamıştır. Federer ise 5 kez final oynamasına rağmen bu alanda sadece 1 kez mutlu sona ulaştı. Kalan 4 finalde de malum toprağın efendisi Nadal'a boyun eğdi... Çimde iyi olan toprakta kötü, toprakta iyi olan (Nadal - Fransa Açık 9) çimde kötü (Nadal - Wimbledon 2) anlayacağınız.
Federer'i gelmiş geçmiş en büyük tenisçi yapan sadece yukarıda anlattıklarım değil, rakipleri ile olan maçlarında onu izleyenlere daima en iyi olanın kazandığına inandırması. Yani Federer, misal Djokovic gibi, hatta bir dönem Nadal gibi rakiplerini korkutarak, baskı altına alarak değil, daima 'iyi' oynayarak yeniyor. Sadece iyi oynamakla kalmıyor tenisin görsel yanına da çok güzel dokundurmalar yapıyor. Sempatikliği, korttaki duruşu, seyircilerle olan iletişimi ile her daim tenis sporunun 2000'li yıllarda yaptığı büyük atağın en büyük patronu...
Onu anlatmak için satırlar yetmez. Tek bildiğim; onun asla yaşlanmadığı, dünyanın neresine giderse gitsin herkes tarafından çok sevildiği ve ondan tek istediğim; gözlerindeki başarıya aç ifadenin asla bitmemesi...
Federer'i gelmiş geçmiş en büyük tenisçi yapan sadece yukarıda anlattıklarım değil, rakipleri ile olan maçlarında onu izleyenlere daima en iyi olanın kazandığına inandırması. Yani Federer, misal Djokovic gibi, hatta bir dönem Nadal gibi rakiplerini korkutarak, baskı altına alarak değil, daima 'iyi' oynayarak yeniyor. Sadece iyi oynamakla kalmıyor tenisin görsel yanına da çok güzel dokundurmalar yapıyor. Sempatikliği, korttaki duruşu, seyircilerle olan iletişimi ile her daim tenis sporunun 2000'li yıllarda yaptığı büyük atağın en büyük patronu...