Farkında mısınız dicem ama elbette farkındasınızdır...
Endüstriyel futbolda artık, küçük takımların, orta ölçekli kulüplerin pek bir esamesi kalmadı. Artık büyük organizasyonlarda sürpriz arayışlarımız, beklentilerimizde bitti, bitiyor... Juventus, Milan, Roma, Liverpool, Lyon gibi kupanın her daim gediklilerinin artık Avrupa'nın 1 numaralı futbol organizasyonunda ne saygınlıkları kaldı, ne de isimleri. Artık onlar sadece tarih kitaplarında yer alıyorlar. Büyük balıklar, küçük balıkları yedi ve bir daha izin verene kadar da midelerinden çıkma şansları pek yok gibi...
Ne yana baksak aynı takımların, diğerlerini fazlasıyla ezdiği ve kağıt üstünde zor gibi görünse de gerçekte kolaylıkla sonuca gittiği maçları seyreder olduk...
Öyle bir Şampiyonlar Ligi 2.tur ilk maçlarını izledik ki, neredeyse rövanş maçlarının pek bir kıymeti kalmadı. Favorilerin hemen hemen tamamı için ikinci maçlar formalite tadında olacak. Yazımın başında sanki gizli bir şifreymiş gibi görünen kelime, Avrupa'nın futbol anlamında en mükemmel 3 takımının kısaltılmışıydı oysa. Ya da nam-ı diğer Bermuda Şeytan Üçgeni'nin futboldaki tam karşılığıydı...
Bayern Münih - Barcelona - Real Madrid (BAYBAREAL)
Onların kimseye acıması yok. Hem de mekan farketmiyor, önlerine ne gelse ezip geçiyorlar. Rakiplerine saygıları da yok, az ile asla yetinmiyorlar...
Avrupa'nın şu an tartışmasız en iyisi Bayern Münih, kupanın gediklilerinden Arsenal'i hem de mabedinde Londra'da güle oynaya 2-0'la geçerken, Barcelona'da son yılların en iyi Manchester City'sini yine İngiltere'de 2-0'la zorlanmadan mağlup etti. Bir diğer İspanyol Real Madrid'de hiç şansının tutmadığı Almanya'da bu defa tam yarım düzine gol atarak döndü Schalke'den...
Ha unutmadan bir de PSG ve Dortmund var ki, 1-2 yıl daha böyle devam ederlerse onlar da kareasın kalan eksik parçasını dolduracaklar gibi. Baksanıza PSG'nin, Leverkusen deplasmanında, Dortmund'un da Zenit deplasmanında attıkları 4'er gol, orantısız gücün ne anlama geldiğinin kanıtı gibiydi.
Bu mudur futbol anlayışınız, bu mudur futboldan alacağımız keyif? Gidişat hiç iyi değil. Sonucu belli olan maçları izlemek istemiyoruz. Rekabet istiyoruz. Kora-kor futbolu özlüyoruz...
Acaba şu aşağıdaki takımları ya da bunlarla denk kuvvetteki takımları bir daha son 8 arasında görecek miyiz, ne dersiniz? 2001 Galatasaray... Çeyrek final oynamıştı 2002 Leverkusen...Final oynamıştı 2003 Ajax... Çeyrek final oynamıştı 2004 Porto... Kupayı kazanmıştı 2005 PSV Eindhoven... Yarı final oynamıştı 2006 Villarreal... Yarı final oynamıştı 2008 Fenerbahçe... Çeyrek final oynamıştı 2010 CSKA Moskova ve Bordeaux... Çeyrek final oynamışlardı 2011 Schalke... Yarı final oynamıştı 2012 Apoel Nicosia... Çeyrek final oynamıştı 2013 Malaga... Çeyrek final oynamıştı
Gerçi bizler yine de umudumuzu kesmeyelim. Son düdük çalana kadar, 2014 Nisan ayında yani son 8 takım arasında Olimpiakos (MANU'yu evinde 2-0 yenmişti) ve Galatasaray'ı (İstanbul'da Chelsea ile 1-1 berabere kaldı) görme şansımız hiçte az değil...
Manchester Unıted'ın futbolcuları David de Gea, Juan Mata, Anderson ve Michael Carrick salonda ilginç bir yarışmada kozlarını paylaştı. Farklı günlerde yapılan bu yarışmada; Korner çizgisinden vurulmak şartıyla 3 farklı boyuttaki kalelere atış yapmaları istendi ve 4 futbolcu da hünerlerini göstermeye çalıştı. Doğal olarak daha uzak ve daha küçük boyutlardaki kale için daha fazla puan belirlendi. Fakat zaman çok kısaydı ve acele etmeleri gerekiyordu.. Sizce bu yarışta en çok puanı kim almıştır? Önce düşünün, sonra da aşağıdaki videoları izleyin...
Bazen bana soruyorlar neden Türk Futbolu hakkında yazılar yazmıyorsun diye...
Oysa Türk Futbolu o kadar pisliğe bulanmış ki, temizlenmesi de şu şartlarda pek mümkün görünmüyor. Mecburiyetten özellikle derbi maçlarını yakından takip etmeye çalışıyorum ama tam anlamıyla zevk aldığım, zamanımı verdiğime hiç pişman olmadığım maç sayısı da maalesef fazla olmuyor.
3 Temmuz 2011 sürecinden başlayarak Türk Futbolu'nun aslında tam olarak ne anlama geldiğinin ispatı üzerine zaten soğumuş olduğum ülke futbolundan iyice uzaklaştım. Sürecin tüm günahı tabii ki 1-2 takım üzerine mal edilmemeliydi ama bu süreçte bilgi kirliliğinden özellikle medyaya çok sayıda yalan haber servis edildi, gerçekler bir o kadar saklandı ve suçlular sanki mağdur gibi gösterilmeye çalışıldı. En büyük darbeyi ise bu süreçte taraftarlar gördü, onlar yaşadı. Sürecin en masumu yine onlardı...
Başkanlarına, yöneticilerine, futbolcularına güvenerek kah içeride, kah dışarıda bütün maçlarda takımlarını yalnız bırakmayan 12.adamlardı onlar. Oysa onların emeklerini, zor günlerde dahi ceplerindeki son paralarla kulübe verdikleri destekleri bir çırpıda harcayan ve o emekçilerin fedakarlıklarını bir kalemde silenler ise adil olmayan sözde yöneticilerdi. Ceplerini taraftarların doldurdukları paralarla herşeyi yapacaklarını zanneden vizyonsuz, basiretsiz insanlardı onlar. Hunharca, saplantıları haline getirdikleri kulüpleri yaşadıkları herşeyin üzerinde gören bu çağdışı zihniyetin olumsuz ve telafisi olmayan yansımalarıydı yaşananlar...
Onlar değilmiydi yine, kendi maçlarında hata yapan hakemlerin bir günde mesleği bırakmasını ve düdüğünü asmasını isteyenler... Peki kendileri kulübün adını kirletirken, kulüplerin geleceği ile oynarlarken neden onlar hala aynı yerdeler ve neden istifalarını vermiyorlar, neden?
Oysa onlar yaşananları itibarsızlaştırmak adına tüm enerjilerini, işin kolayına kaçarak süreci kah siyasete, kah da malum gruplara ve cemiyetlere bağlayarak, her zaman koz olarak kullandıkları taraftarlarının gözlerini boyamaya harcadılar. Harcadıkça battılar, ilerledikçe samimiyetleri ve inandırıcılıkları azaldı da bunun dahi farkına varamadılar. Sadece holigan tarzı taraftarların ilgi alanlarına girdiler. Taraftarın artık gözü açılmaya başlamıştı. Yaşananların yenilir yutulur bir tarafı yoktu oysa...
100 yılı aşkın ayakta kalan takımların adlarını kirletmeye kimselerin hakkı yoktu. "Hiçbir fert, kulüpten büyük olamaz" gerçeğini kendileri de çoğu zaman dillendirseler de yaşananlar bize onların bu gerçeğe aykırı hareket ettiklerini net bir şekilde gösteriyor ve öğretiyordu...
Ya federasyonumuza (!) ne demeliydi? Hiçbir şey yaşanmamış, kimse birşey yapmamış gibi hareket etmek ancak bizim ülkemizin federasyonuna ait bir özellik olsa gerek. Herşey ortada ve cezalar sabit iken, "hayır ben işimi bilirim, bence hiçbir şey yaşanmamış, daha da önemlisi sahaya yansımamış" demek ancak 3.dünya ülkelerinde olabilecek bir durumdur. Böylesine bir federasyon, bırakın 3.dünya ülkelerini, Muz Cumhuriyetleri'nde dahi görülmez ya neyse...
Oysa şike ve teşvik, ülke futbolunun en büyük kabusuydu, en temel yarasıydı. Hem kimler yapmamıştı ki zaten? Kimlerin sicili temizdi ki? Ortada temiz kulüp mü vardı ki? Herkes biraz kirliydi zaten. İyi de bunu da mı görmemeliydik? Bunu da mı hasıraltı etmeliydik? Büyük kulüpleri bir kez daha korumalı mıydık? Juventus büyük değil miydi peki? Ya da bunları Gaziantep, Konya, Akhisar ya da bir başka Anadolu takımı yapsa süreç yine böyle mi işlerdi? Bu sorular sabaha kadar devam eder. Sonuç ise bu ülkede asla değişmez : Büyük kulüpler, hata yapsa bile mutlaka bir kılıf bulunur, onlara yine birşey olmaz ve olmamalı da. Hem olursa zaten Türk Futbolu da batar di mi? Avrupa'da ve dünyada büyük ses getiren, tanıdık bir marka olan Türkiye'nin en büyük derbi maçı olarak adlandırılan Fenerbahçe - Galatasaray maçını zaten kaç ülke canlı yayınlıyor, bunun cevabını sizler benden daha iyi biliyorsunuz...
"Yazsam ya da anlatsam roman olur" derler ya hani işte böyle birşey. Belki bu yazı ileride devam edecek bir serinin ilk yazısı olur. Hem bu yolla Türk Futbolu hakkındaki tüm gözlemlerimi de kaleme almış, meraklıların da merakını gidermiş, onlara verdiğim sözleri de yerine getirmiş olurum...
O yüzden ben 3 Temmuz 2011 sürecinden bu yana Avrupa Futbolu'na daha bir yakınım artık. Orada pislik yok mu? Holiganizm yok mu? Şike - teşvik yok mu? Evet onlarda da var ama onlar en azından büyük takımı korumuyorlar, cezayı baştan kesiyorlar. Hem derbileri de derbi havasında geçiyor. Hele bir Şampiyonlar Ligi var ki, tadından yenmiyor. Hatta bazen hepsinden sıkılıp NBA seyrediyorum saatlerce, onlar zaten basketbolun kitabını yazan adamlar. LeBron, Durant, Carmelo, Paul, Curry, Griffin, Howard, Parker, Harden ve diğerlerini izlemeden basketbol seyrettim demeyin. Tenis ise özel ilgi alanım. Federer - Nadal - Djokovic ve geriden gelen sürpriz tenisçilerin mücadelelerini izlemek inanılmaz zevkli, tavsiye ederim...
Şimdi bazılarınız diyebilir, "buraların futbolunu sevmiyorsan git o zaman kardeşim bu ülkeden" ya da "sen bırak ülke futbolunu, devam et Avrupa Futbolu'nu yazmaya" diye... İyi de ben gitsem ülke futbolu kurtulacak mı? Herşey pembe bir tabloya bürünecek mi? Standart kararların temeli atılacak mı? Emekçiye emeğinin karşılığı verilecek mi? Haklıya hakkı teslim edilecek mi?
- Devamı gelecek - twitter.com/serdarsozkesen
Futbol her dilde aynı, evrenselliği ise en üst seviyede...
Futbolu amaç olarak değil araç olarak gören, hisseden ve yaşayan herkese selam olsun...
Zaten sadece futboldan anlayan, aslında futboldan da anlamıyordur. O yüzden her anın kıymetini bilin ve her güzelliği sonuna kadar yaşayın.
Bu 2 dakikalık videoda neyi görürsünüz, neler dikkatinizi çeker bilmem ama taraftarlara bir ders verdiği de aşikar...
Avrupa'nın Sir Alex Ferguson'dan sonra en istikrarlı teknik direktörü olan Arsene Wenger ile (18 yıldır takımın başında) Arsenal, özellikle Premier Lig'de en hatırlanmak istenilmeyen skorlara imza attı. En son Anfield Road'da (8 Şubat 2014) herkesin bildiği ve izlediği gibi daha maçın 20.dakikasında 4-0 geriye düşen Gunners, maçı 5-1'lik bir hezimetle noktaladı. Bu skor, haklı olarak bizim gibi Avrupa Futbolu'nu ve özellikle Premier Lig'i yakından takip eden futbolseverlerin aklına Wenger'in yakın tarihteki bazı hezimetlerini hatırlattı...
Hezimetlere gelmeden sürecin biraz gerisine gidelim... Yıllardır "Genç Arsenal" dediler, "hepsi genç ama ileride biraz tecrübe kazansınlar dünyanın en iyi takımlarından biri olacaklar", "Şampiyonlar Ligi'ni domine edecekler" dendi... "Arsene Wenger bu işten anlıyor, tam bir futbolcu bulma ustası" dediler. "Takım çok koşuyor, enerjik ve bir o kadar da teknik" dediler... Dediler demesine de Arsene Wenger'li Arsenal, milenyum çağında yani 2001'den bu yana sadece 2 kez İngiltere'de şampiyon olabildi (en son 2004'te) ve yine Avrupa'da 1 ve 2 nolu kupalarda sadece 1'er kez finale yükselip ikisinden de boynu bükük ayrıldı. Belki de tarihlerinin en iyi kadrolarını oluşturdukları dönemde dahi hiçbir zaman hem İngiltere'yi hem de Avrupa'yı domine edemediler. Belki hiç kimse onlardan böyle bir misyon beklemiyordu ama bir takıma da neredeyse 15 yıldır "çok genç bir takımlar ve gelecek yıllar onların olacak, onlara sadece zaman lazım" demek ve diyebilmek sanırım artık modası geçmiş bir kıyafeti giymekten öteye gidemiyor.
Arsene Wenger'in takımı Premier Lig'de küçük ve orta ölçekli takımlar karşısında ele geçirdiği üstünlüğü bir türlü Ada'nın prestijli büyükleri karşısında gösteremedi. Yani MANU, M.City, Liverpool ve Chelsea 4'lüsü ile oynadıkları karşılaşmaların büyük bir çoğunluğunda hep "hazırdan yedi" Fransız teknik adam. Sonuç odaklı futbol yaşantısında derbi mağduru oldu hep... Bu sezonda dahil olmak üzere son 6 yıllık Premier Lig maçları baz alındığında Arsenal'in Ada'nın diğer 4 büyüğü karşısında aldığı sonuçlara göz attığımızda şöyle bir tablo görüyoruz : Manchester Unıted karşısında... 11 maçta 2 galibiyet, 2 beraberlik, 7 mağlubiyet Chelsea karşısında... 11 maçta 3 galibiyet, 2 beraberlik, 6 mağlubiyet Manchester City karşısında... 11 maçta 3 galibiyet, 3 beraberlik, 5 mağlubiyet Liverpool karşısında... 12 maçta 4 galibiyet, 4 beraberlik, 4 mağlubiyet... Yani toplamda 45 maçta sadece 12 galibiyet (% 27)
Arsenal'in bazı hezimetlerine geri dönersek... *** Daha üzerinden 3 ay bile geçmemesine rağmen (14 Aralık 2013) Manchester City deplasmanında tam yarım düzine gol yiyen yine bu takımdı (6-3)... *** 28 Ağustos 2011 tarihi ise hiçbir Arsenal'linin hatırlamak istemediği korkunç bir gündü. Hiç şanslarının tutmadığı Old Trafford'da tam 8 gol yemek Londra ekibinin kara lekesinden ziyade takımın tabiri caizse diri diri mezara gömülüşüydü... *** 5 Şubat 2011 günü de en unutulmaz Arsenal tarihlerinden birine sahne olmuştu. Alan Pardew'in Newcastle takımı karşısında devreyi deplasmanda güle oynaya 4-0 geçen Arsenal'de 50.dakikada Diaby'nin kırmızı kart görmesi sonrası dahi kimseler Arsenal'in bu skor rahatlığından sonra puan kaybetmesini beklemiyordu. Maçın bitiş düdüğüyle tabelada yazan skor ise (4-4), "Bu Arsenal'den herşey beklenir" mesajını net bir şekilde veriyordu... *** 20 Kasım 2010'da Emirates'te onbinlerce taraftarının önünde Londra derbisinde Tottenham karşısında 27 dakikada 2-0'ı yakalayıp devreyi de bu skorla tamamladıktan sonra ikinci yarıda 3 gol birden yiyerek maçı 3-2 kaybetmeleri de yine Gunners taraftarlarının hatırlamak istemedikleri acı bir film gibiydi... *** 10 Mayıs 2009'da hemde Emirates'de Chelsea karşısında alınan 4-1'lik acı mağlubiyette en kötü içsaha mağlubiyetlerinden biriydi... *** En son Liverpool'dan 20 dakikada 4 gol yiyen Arsenal, 25 Şubat 2001'de de Manchester Unıted'dan yine Old Trafford'da 38 dakikada 5 gol yemiş, maçı da 6-1'lik hazin sonuçla tamamlamıştı.
Böylesine demoralize olmuş bir Arsenal'in sıradaki fikstürlerine göz attığımızda ise her zamankinden daha fazla dikkatli olmaları gerektiği gerçeği su gibi ortaya çıkıyor :)) 12 Şubat Arsenal - Manchester Unıted... Premier Lig 16 Şubat Arsenal - Liverpool... FA Cup 5.tur 19 Şubat Arsenal - Bayern Münih... Şampiyonlar Ligi 2.tur ilk maçı Olaya iyi tarafından bakarsak, tüm maçlarını sahalarında oynayacaklar :)) twitter.com/serdarsozkesen
Kıyıda köşede kalmış fotoğrafları çok severim... Gün gelir onları tozlu raflardan bulup da yayınladığınızda ise herkesin ilgisini çeker, anılar depreşir. Hiç bilmeyenler ise "vay be" der... Çünkü artık eskiye özlem var, yenilerde o 'eski tat' pek bulunmuyor sanki. Yani gelen gideni aratıyor belli ki...
Evet sene 1993, yani tam 21 sene öncesi... Sir Alex Ferguson, öğrencileri Eric Cantona ve Roy Keane ile birlikte... twitter.com/serdarsozkesen
Futbolculuk kariyerleri oldukça muazzam geçen şimdilerin antrenörleri Clarence Seedorf ve Diego Simeone futbolculuk dönemlerinde sıklıkla karşı karşıya gelmişlerdi... Peki şimdi? Bu defa da teknik direktör olarak birbirlerini yenmenin hesaplarını yapacaklar. Hem de Şampiyonlar Ligi'nde çeyrek final bileti almak için...
Milan'ın çiçeği burnunda patronu Seedorf ile A.Madrid'i adam eden, açık ara İspanya'nın 3.büyüğü yapan Simeone arasındaki savaşta, doğal olarak daha deneyimli olan Arjantinli bir değil birkaç adım önde... Yine de top yuvarlak diyelim, Milan'ın "Şampiyonlar Ligi kültürü" gibi artılarını da sıralayalım... İlk maç 19 Şubat'ta San Siro'da oynanacak... San Siro'da en son 27 Nisan 2003'te Lazio formasıyla İnter'e karşı mücadele eden Simeone, 11 yıl sonra bu defa teknik adam olarak sahaya çıkacak... Tur geçme olarak bana sorarsanız % 80 A.Madrid turu geçer derim. Ya sizler??? twitter.com/serdarsozkesen